23 Aralık 2012 Pazar

Le Havre & Rouen !



22 Aralık 2012


Güne aynı odada kaldığımız Asya’lı aile ile uyanmak :)
Yorgunluk öyle ağır gelmiş ki bedenime, uyandığımda ilk sorguladığım şey nerede olduğum oldu..Evet, Paris’te bir hostel odasında, Asya’lı bir aile ile birlikte kaldığımı hatırladım daha sonrasında..
Benden önce uyanan anne ve çocukları beni rahatsız etmemek adına ışığı bile açmamışlar..Karanlıkta zar zor eşyalarını arayan aileye uyanır uyanmaz ışığı açabileceklerini söylüyorum..Bir rahatlıyorlar ki sormayın  :)
Sıcacık yataktan çıkmak istemiyorum hiç..Dışarıdan gelen yağmur sesi şimdiden üşütüyor içimi..Kendi kendime, önümde beni bekleyen macera dolu bir 15 günün olduğunu hatırlatıyorum..İyi geliyor kendimle konuşmak, nihayet yataktan çıkıp duşa atacakken kendimi, Asya’lı anne özür dileyerek odaya geri dönüyor..Ayakkabılarını giymeyi unutmuş, terlikle dışarı çıkınca fark etmiş ayakkabılarının olmadığını..Güldürüyor beni sabah sabah..
Tüm hazırlıklarım tamam, şimdi Check-Out zamanı..

Kendimi hostelden dışarı atıyorum..Ve işte Paris sokakları küçük gezgini karşılamaya hazır..İçimden geçiriyorum ”Seni gidi küçük cenagaver!” derdi Çisot şimdi burada olsaydı :)
Tabi önce kahvaltı edebilecğim bir Pâtisserie bulmam gerek :)
Evet, tam da istediğim gibi bir yer..Bu arada artık Fransızca konuşmaya alıştığımı fark edip, siparişimi Fransızca veriyorum :)
“Bonjour Madame, une croissant, un jus d’orange et un café au lait s’il vous plaît!”


Her ne kadar Türk Kahvaltısını hiçbir şeye değişmesem de, Fransız kahvaltısıyla da güne başlamak ayrı bir keyif oluyor benim için, yüzümde kocaman bir gülümseme, karnım da tok artık, yola çıkmaya tamamen hazırım !

İlk durağımız: Gare de L’Est

Trenim geldi, içimde garip bir duygu, heyecan mı desem telaş mı desem bilemiyorum! Tren tıklım tıklım dolu, son anda trene yetişmek için koşan insanlardan biriyim bende artık !

Oturacak yer bulamayınca bu yolculuk boyunca her şeyim olan bavulumun üstüne oturuyorum, karşımda yaşlı bir teyze gülümsüyor, bende ona gülümseyerek karşılık veriyorum, insanlar mutlu, insanlar sevecen, insanlığı hala içinde yaşatabilen insanları seviyorum!
İlk istasyonda tren az da olsa boşalıyor ve ben nihayet kendime bir yer bulabiliyorum..O sırada arkamdaki adamın telefonu çalıyor, adam Türkçe konuşmaya başlıyor ama ben sesimi çıkarmıyorum..Kimseyle tanışmak, kimseyle konuşmak istemiyorum, kendimi anlatmak ve kimseyi dinlemek istemiyorum, kendimle baş başa kalabilmek için buradayım..
Bir buçuk saatlik yolculuk boyunca sakarlığım tutuyor yine, karşımdaki adam kendini tutamıyor, gülüyor..Fransızca bir şeyler söylüyor, anlamadan gülümsüyorum, Fransızca’ya hakim olmadığımı anlıyor, o da gülümsüyor..
Evet, artık Rouen’dayız..İnsanlar ellerinde bavulları, çoğu çoluk çocuklu, bir telaşla iniyorlar trenden..Telaşlarının sebebi belli..Kavuşma telaşı, sevdiklerine kavuşma arzusu..
O sırada bir kız çarpıyor gözüme, trenden iner inmez yaşlı bir çift karşılıyor kızı..Yaşlı kadın sarılıp yanaklarından öpüyor kızı, doyamıyor, birer kere daha öpüyor..Kız tepkisiz..Daha sonra yaşlı adam..Öyle içten sarılıyor ki yaşlı çift kıza, belli ki kız seviliyor çok..Ama bu durumdan çok hoşnut değil gibi..Ne kadar şanslı olduğunu bilmiyor halbuki..Babaannem düşüyor aklıma, içim burkuluyor..Bir daha onun bana sarılamayacağını bilmek, bir daha biz yanından ayrılırken ağlamayacağını bilmek, bizi camda dört gözle bekleyemeyeceğini bilmek canımı acıtıyor..
Ölüm, bu hayattaki tek gerçek sensin, en acı gerçek..Artık biliyorum..
Ve tam şu anda içten içe sevildiğini anlamayan o kızı eleştiren ben, o kızın yerindeyken sevdiklerimin kıymetini bilmediğimi anlıyorum..
Ölümü bilmediğimden olmalı..Ölümle tanışmamış olduğumdan olmalı..
Oysa ne kadar çok isterdim, şikayet ettiğim her şeyi bir kere daha yaşamayı..
Babaannemin söylenmelerini, kaprislerini, “Kulaklarım duymuyor” dediğinde babamla fısıldayarak konuşmalarımızı duyup bize kızmasını..Evet, geri döndüğümde bulamayacağım, bir daha yaşayamayacağım tüm bu anları birer kere daha yaşamayı ne kadar çok isterdim..
Trenden indiğim anda içimi bir burukluk kaplıyor..Herkesi bir karşılayan var..İstasyon tıklım tıklım..Yolculuk eden insanların kalabalığı yetmiyormuş gibi, bir de onları karşılamaya gelenler..Seviniyorum sevdiklerine kavuşanlar adına..Onlar adına mutluyum tam şu anda..
Trenden indim inmesine, ama nereye gideceğimi bilmiyorum..Tam o sırada bir anons: Le Havre’e giden tren kalkmak üzere..Le Havre, Manche  kıyısında bir şehir..Evet, gitmek istiyorum, belki de istediğim gitmek değil ama içimi burkan bu tren istasyonunda kalmamak..Önce geri dönüş trenlerini kontrol ediyorum..Tahminime göre çok büyük bir şehir değil, 3-4 saatin bana yeteceğini düşünüyorum ve atlıyorum trene..
Yalnız olmanın en güzel kısmı bu işte, aklın ve kalbin tamam diyorsa, seni durduracak bir sebep yok!
Yol boyunca yazıyorum, yazdıkça rahatlıyorum..
İşte geldik: Le Havre
Hava yağmurlu..İstasyondan çıktığım anda terk edilmişlik kokusunu alıyorum..Terk edilmiş bir şehir burası, henüz bilmesem de, hissediyorum..
Etrafımda yaşam belirtisi yok..İstasyonun önünde bekleyen kadına şehir merkezine nasıl gidebileceğimi soruyorum, gülümsüyor kadın..Elinde araba anahtarı, onunla gidebileceğimi söylüyor..Nezaketi için teşekkür ediyorum..Amerika’da yaşadığım aynı korku dolu macerayı bir kere daha 
yaşamamak için, kibarca geri çeviriyorum teklifini.. 


Tren istasyonunun tam karşısında bulunan otele giriyorum, herhangi birinden yardım almam şart bu yaşam belirtisi olmayan şehirde..
Adam şehir merkezine tramvay ile gidebileceğimi söylüyor..Ama tercih etmiyorum..Gezip görmeye geldim, toplu taşıma kullanmaya değil..O sırada gözüme bir Kebap-Döner büfesi çarpıyor..Türk olduklarından eminim..En iyisi gidip içeridekilere sormalı bu şehirde ne yapılır, nereye gidilir..
“Merhaba” diye içeri girince seviniyor adam..Yardımcı oluyor elinden geldiği kadarıyla..O an anlam veremediğim meraklı bakışlarla sorguluyor beni
“Bacım, belli ki turistsin, sen neden buraya geldin?” der gibi..
Şehir merkezi ve Manche'ı bulmak için yürüyorum..Büyük yük gemilerini gördüğüm anda seviniyor içimdeki..Sonunda Manche'a geldik diye..Ama yanıldığını farkında değil henüz..Sonra öğreniyor ki, Seine Nehri burası..
O zaman diyor, hadi gel resim çekelim..Tek başına zor iş tabi bu..Bir çözüm bulmalıyım bu resim olayına derken, bavulum "Ben buradayım" diyor..Evet, harika..Yol arkadaşım, bavulum, şimdi de Tripod görevini görüp bir kere daha işime yarıyor..Ortaklaşa çalışmamız sonucunda ortaya benim de içinde bulunduğum birkaç kare çıkıyor..
Yürümeye devam..Seine Nehri’ni bulduk ama aklım Manche Denizinde benim hala..Onu görene kadar rahat yok bana..Bu arada fark ediyorum ki açım..Manche Denizinin kıyısında bir şeyler yerim diye erteliyorum yemeği..Önüme gelen insanlara soruyorum yarım yamalak Fransızcamla..Geçiştiriyor çoğu, kimi sağa, kimi sola yönlendiriyor beni..Şapşala dönüyorum..En sonunda asil bir Fransız Madame'ı ile karşı karşıya geliyorum..Kadın anlıyor beni ve başlıyor Fransız aksanıyla İngilizce konuşmaya..Hoşuna gidiyor benimle konuşmak..Anlatıyor da anlatıyor..Ve buradan şunu anlıyorum ki, Manche Denizi şehrin diğer kısmında kalıyor, yani kalan 3 saatimde onu görmem imkansız..Neyse diyorum, o zaman artık şehir merkezini bulup bir şeyler yemenin zamanı geldi..
Şehir merkezini bulmak sandığımdan daha çok zamanımı alıyor..Yürüyorum da yürüyorum..Ve işte karşıma çıkan nadir yapılardan biri..
“Ben neden bu şehirdeyim?” diye sorarken kendime,karşıma iki Noel Baba çıkıyor..Baba-oğullar anladığım kadarıyla..Gülümseyerek şeker alıp almak istediğimi soruyorlar..”Je suis désolée..Je n’aime pas şeker” Hala bir şehir merkezi bulabilmiş değilim ama kendimi bir balık pazarında buluyorum..Aç olan midem balık kokusunu duyunca guruldamaya başlıyor..Artık tek istediğim, açlıktan bayılmadan önce yemek yemek..
Yaşlı bir çift geçiyor yanımdan..Şehir merkezinde yemek yiyebileceğimi söyleyip yolu tarif ediyorlar..Merkez dedikleri küçücük bir meydan..İspanya’daki Plaza Mayor mantığı..Çevresi kafelerle dolu olan, tam ortada ise, kapalı bir pazar alanı olan bir meydan..

İnsanlarda Christmas-Eve telaşı..Çevre kafelerde yiyecek bir şeyler arıyorum fakat yemek saatinden önce mutfakları açılmadığından midem yine hüsrana uğruyor..Etraftaki kafe ve restaurantların azlığına rağmen, meydandaki 

Pâtisserie çokluğu şaşırtıyor beni..Karnım aç olduğundan, hiç birinden hiç bir şey alamasam da, gözüm tatlıya doyuyor..
Artık tek isteğim bu terk edilmiş şehri terk edip, Rouen’a geri dönmek..En azından orada yiyecek bir şeyler bulabileceğimden eminim..Açlığın verdiği huysuzlukla tren garına doğru yürürken, bir Kebap Büfesi daha çarpıyor gözüme..Kebap-Dürüm sevmememe rağmen, koşuyorum büfeye..”Bir döner lütfen” diyorum ve başlıyorum beklemeye..

Bu sırada büfenin pisliğine takılıyor gözüm, bir an midem kalkıyor..Ama açım, başka şansım yok..Gözümü bu Türkiye gerçeğine kapatıp, bağrıma taş basıp alıyorum ekmek arası dönerimi..Kadın somurtkan, gülümseyerek teşekkür etmeme rağmen cevap vermiyor..Kısa sürede alıştığım Fransız kibarlığı ve güler yüzlülüğünden sonra bu kabalık fazla geliyor..Sinirleniyorum ister istemez..
Her ne ise, en azından doyacak karnım..Elimde ekmek arası dönerim, tramvaya binip, istasyonda iniyorum..Bu arada karnım doyduğunda, elimde kalan dönere daha fazla devam edemiyorum..Büfenin pisliği aklıma geliyor, midem kalkıyor ve daha fazla yiyemiyorum..
Tren yolculuklarına alıştım sanırım, bindiğimi anlamadan iniyorum..Evet, artık Rouen’dayım..İstasyondan çıkar çıkmaz kendimi cıvıl cıvıl bir sokakta buluyorum.. 
Meraklı bakışlarla karşıdan karşıya geçiyorum, küçük bir çiçekçiye çarpıyor gözüm..Adres tarifinde her zaman iyidir çiçekçiler, içeri giriyorum..Adam güler yüzlü bir şekilde gösterdiğim adrese bakıyor, belli ki bilmiyor..Tam teşekkür edecekken, çekmeceden bir harita çıkarıp başlıyor aradığım sokağı haritada aramaya..Kısa süre içinde buluyor..Tarif etmesi yeter diye düşünürken, takip etmem gereken yolu çizip elime tutuşturuyor haritayı, şaşkınlıkla teşekkürlerimi iletiyorum..Ve son zamanlarda yaptığım gibi, müteşekkir bir ifade ile gülümsüyorum..
Le Havre’dan sonra çok canlı geliyor sokaklar..İnsanlar cıvıl cıvıl..Nedense Pau’yu hatırlatıyor bana Rouen..Ve ne kadar zaman geçmiş her şeyin üstünden diye düşünmekten alamıyorum kendimi..
Nihayet oteldeyim artık..Şansıma iki kişilik oda tek kişilik odadan daha ucuz..Bu durumda tabii ki de çift kişilik odayı tuttum..Bu 15 gün boyunca rahat uyuyacağım birkaç geceden biri bu gece..Odama çıkar çıkmaz kendimi yatağa atıyorum..Ayaklarım çizmeden kurtulmanın rahatlığını yaşıyor..Elimi yüzümü yıkamak canlandırıyor beni..Çok oyalanmadan dışarı çıkmam gerekiyor, yoksa biliyorum, geç olduğunda yemek yiyecek, en azından bir şeyler atıştırıp açlığımı bastıracak bir yer bulamayacağım..Bedenim yorgun, karşı çıkıyor bana, dinleniyorum bir süre..Bir yandan da Paris'i yazıyorum..Uzun zamandır aklımdaydı yazmak..Gezip, görüp, yazmak..Ve işte tam zamanı diyorum..
Dışarı çıktığımda geç oluyor..En azından küçük bir tur atıp, bir şeyler atıştırıp geri dönerim diyorum..O sırada karşıma “Cathedrale Notre Dame de Rouen” çıkıyor.. Gotik mimari her zaman ürkütmüştür beni..Hele bir de saat akşam 10 ise ve sokaklar boş ise, daha da
ürkütücü..


İçim ürperiyor, odama geri dönüp sımsıcak bir uyku uyumak istiyorum..Ama tam doymamış karnım bana engel oluyor..İnatla atıştırmalık bir şeyler bulabileceğim bir yer arıyorum..Boş sokaklardaki tarihi binaların arasında, korkuyla yürürken, nihayet açık olduğunu ışıklarından anladığım bir yer çıkıyor karşıma..Ve işte bu yorucu günün en güzel kısmı: “La Creperie Bleue”

İçeride Fransız sıcaklığı, masalar dolu..Çoğu şarap içiyor, ben bir çay istiyorum, bir de Nutella'lı krep..
Krep ve çayın gelmesi uzun sürmüyor..Tabii aç olduğum için benim onları yemem de..Tam hesabı öderken, gözüme bir şey çarpıyor..Minik minik fincanlar..
"Keşke siz de yanımda olsaydınız Miniklerim..Ve keşke beraber bu fincanlarda çay içebiliyor olsaydık.." diye geçiriyorum içimden..
Artık tek istediğim odama gidip uyumak..Önce Miniklerle konuşuyoruz birazcık..Daha doğrusu saçmalıyoruz! 20 dakika içinde 100 tane konudan konuya atlayıp, hiçbir şey olmamış gibi farklı konulardan devam edebilmek sadece bize özgü sanırım..Ve onları ne kadar özlediğimi bir kere daha anlıyorum..
Burçin var bir de tabi..Her gittiğim yerden yazıyorum ki merak etmesin evimizin küçük üyesi..İyi ki evimizdesin sevgili büyük elçim Burçin, içim öyle rahat ki seni orada bıraktığımdan :)
Evet, işte beklediğim an..Başımı yastığa koyuyorum..”Bana Bir Masal Anlat Baba”yı açıp kapıyorum gözlerimi..Ne zaman dinlesem huzur verir bu şarkı bana..Çocukluğuma dönüyorum her dinleyişimde..Her dinleyişimde annemi, babamı, evimi, kardeşimi, çocukluğumu özlüyorum..Her dinleyişimde babamla “Süper Baba” izlediğimiz zamanlara dönüyorum..Belki de bu yüzden bu kadar huzurlu uyuyakalıyorum bu şarkıyı dinlerken..İçimden tekrarlıyorum kimi zaman..Öyle anlamlı geliyor ki sözleri “Bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun..”
Uykuya dalmadan önce babaannem düşüyor aklıma..Onun bana öğrettiği duayı tekrarlıyorum içimden..Her anısı içimde kalsın istiyorum ve kapıyorum gözlerimi..













Hiç yorum yok:

Yorum Gönder