22 Aralık 2012 Cumartesi

Paris :)





                                                                              21 Aralık 2012

Yolculuklar her zaman yorar insanı…Belki de bundandır insanın gitme sevdası..Yorulmak ister bazen insan, öyle çok yorulsun ki, kafasını yastığa koyduğu anda uyusun bebekler gibi..Düşünmeden, sorgulamadan, hesaplamadan, unutarak her şeyi, sadece uyumak ister insan bazen..
Belki de bundandır benim de gitme sevdam.
Sevda diyorum, evet bu bir sevda..Gitme sevdası..
Gitmek istiyorum, hiç tanımadığım tanımayacağım insanlarla karşılaşmak, mutluluğu bir sokak müzisyeninin sesinde bulmak, yağmurda treni kaçırmamak için koşan insanların arasına karışmak, tatmadığım lezzetleri tatmak, görmediğim yerler görmek, korkularımı yenmek, üşümek, trenlerde uyumak, düşünmek, düşünmemek, unutmak, hatırlamak, susmak, kendimle konuşmak, kendimi anlamak, yol beni nereye götürürse oraya gitmek istiyorum ve işte şimdi, sadece gidiyorum..
Hiç sevmemişimdir planları…Ben sadece ne istediğimi bilirim…Ve bir de istediğim şeyler için çabalamayı …Çünkü bilirim ki istemek yetmez hiç bir zaman, durup beklemek yetmez..
Plansız, programsız, elimde bir uçak bileti, küçük bir bavul..Çıkıyorum yola Paris için…Beni bekleyen 16 gün..İnsanlar soruyor, nereye gidiyorsun, ne yapacaksın, ne zaman nerede kiminle olacaksın..Tek cevabım var, bilmiyorum!
Şaka değil, gerçekten bilmiyorum..Hayat beni nereye götürürse, nereye bilet bulur, nereye gitmek istersem, nerede olmak istersem orada olacağım..
Hava alanında geçen bir gecenin sonunda, sabah 6’da kalkıyor uçağımız..Uçağımız diyorum, yanımda Michelle var..İlk tanıştığımız gün gözümün önünde, yine Madrid Barajas’dayız..Ben yüzünü hiç görmediğim, sesini hiç duymadığım bu kızı karşılamaya gelmişim büyük bir heyecanla..Ne de olsa, İspanya maceramdaki ilk arkadaşım olacak..
Evet şimdi 4 ay sonra yine Barajas’dayız.. Ama iki yabancı gibi değil de, iki dost gibi..
Her ne kadar gezmeyi sevsem de, her zaman korkmuşumdur uçmaktan..Ayağımın yere basmıyor olması telaşlandırır beni hep..Hele bir de RyanAir gibi ucuz bir şirketle uçuyorsam, eyvah! Aklımda bir sürü soru “Bu biletler niye bu kadar ucuz ki?” “Acaba bu uçak sağlam mıdır?” “Lütfen hostes hanım, biraz yavaş yürüyün, farkında değil misiniz, siz yürüdükçe uçak sarsılıyor..” derken, geceyi hava limanında geçirmenin yorgunluğuyla içim geçmiş ve uyumuşum..Uyumuşum uyumasına ama sarsıntıları da fark etmiyor değilim Pilot Bey..Biraz daha dikkatli olursanız çok sevinirim!
Ve sonunda bitti, artık Paris’teyiz..Hava limanından Paris’in merkezine gitmek için bindiğimiz otobüste de uyumak biraz olsun dinlendirdi beni..Kendime şaşırmıyor değilim, ben ki en ufak seste ve ışıkta uyuyamayan insan, gitme sevdası yüzünden her şartta uyumaya alıştım ya, tebrikler!
Nihayet Paris merkezdeyiz..İlk hedefimiz: Her hangi bir Tren İstasyonu..Michelle kendisi için öğrenci kartı alacak..
İşte tam o anda içimdeki minik gitme sevdasının seslendiğini duyar gibiyim:
“Yıllardır sen değil miydin hadi Inter-Rail yapalım diyen..Hadi koş, elinde fırsat, daha ne duruyorsun Kübra!”
Her zaman içindeki sesi dinleyen ben, yine uydum içimdeki deliye, yaptım bir delilik..Aldım Inter-Rail biletimi..İşte şimdi heyecanlıyım, bir yandan da gururlu..Tek başıma Inter-Rail yaptım diyebilecek olmanın gururu.. 
Michelle’le yolculuğumuz burada sona eriyor, bundan sonra Michelle yoluna, ben yoluma ! Yakında görüşeceğiz Michelle, hoşçakal :)
İşte artık tamamen yalnızım..Dün gecenin yorgunluğu ve açlığıyla kendimi Opera’da bulduğum ilk yere atıp yemek yemek tek istediğim..İşte geldik : Happy Days’ Dinners
İçeri girdiğim andan itibaren tek istediğim şey Fransızca konuşmak..Ama sandığım kadar kolay olmayacak sanırım..Günlük hayatımda İspanyolca konuşmaya alışan ben, ne Fransızca’ya ne de İngilizce’ye kolay kolay dönemiyorum..İngilizce konuşmaya çalışırken, ağzımdan kaçan İspanyolca sözcük ve tepkilere engel olamıyorum..
Menüye bakınırken bakın gözüme ne çarpıyor: Bagel !
Bagel her zaman Aslıgül’ü hatırlatır bana, belki de onunla yediğimiz Tribeca Bagel’larını özlediğimden, bir Bagel siparişi veriyorum..Yanına bir de Jus D’Orange..Bu 16 gün boyunca hasta olmasam iyi ederim :)
Bir yandan yemeğimi yerken, bir yandan da miniklerime kısa kısa mesajlar atıyorum..Avrupa’daki yalnız cengaver, ben’i merak etmesinler diye..
Bu arada ”Bu akşam Paris’te kalmalısın” diyor içimdeki..Hiç kırar mıyım onu..”Bien sÛr mademoiselle” O zaman hemen bir hostel ayarlayalım..
Bir hostel buluyorum ucuzundan..”Shared Dormitory Room for 4 People”
“Dormitory Room” kavramı içimde her zaman garip bir korku&heyecan karışık bir duyguya neden olur..Bir yandan tanımadığım 3 insanla aynı odada kalma duygusu beni endişelendirse de, bir yandan da Barcelona’da tanıştığım ve adını sormayı akıl edemeyip, onun dışında her şeyi konuştuğumuz kız gibi anlaşabildiğim, bambaşka dünyalardan gelen, bambaşka hayatlar yaşayan insanları tanıma heyecanını barındırıyorum içimde..Ve önce bavulumu bırakmak için, hostele doğru yola çıkıyorum..
Kaldığım bölge biraz karışık..En çok ilgimi çeken şey ise “Boulevard Rochechouart” daki kumaşçıların çokluğu..Kapalı Çarşı’yı andırıyor tüm bu dükkanlar bana, içim burkuluyor bir an, nereye gidersem gideyim, İstanbul benim evim diyorum ve yoluma devam ediyorum..
Şimdiye kadar çok fazla Fransız’la karşılaşmama rağmen, ilk izlenimim gayet yardımsever oldukları..Bu 16 günde fikrim değişir mi, onu göreceğiz..
Hostel’deki görevliler çok yardımsever..Fakat bana 4’den önce Check-In yapamayacağımı söylüyorlar..Benim için daha iyi ki, ne kadar spontane yaşarsam yaşayayım, en azından yarın gideceğim şehri bilmekte fayda var diyorum ve oturuyorum bilgisayarımın başına..

Evet, artık küçük bir rotam var.. Haydi bakalım başlasın Inter-Rail!!
Check-In sonrası, artık Paris’i koklamaya hazırım!! Ama ilk olarak tren istasyonuna gidip Strasbourg biletimi almam gerekiyor :)
Tren istasyonuna geldiğimde, karşılaştığım kalabalığa inanamıyorum! Herkesin evinde bavullar, hepsinde aynı telaş “Christmas”
Sevdiklerine kavuşacak olmalarının verdiği mutluluk gözlerine yansıyor..Bir an içim burkuluyor, herkes Noel’de kalabalık masalarda aileleriyle yemeklerini yerken, yalnız olma fikri ister istemez içimi burkuyor sanırım..Ama şunu da biliyorum, insan ne olursa olsun yalnız mutlu olmayı bildikten sonra, kimsenin ve hiçbir şeyin yokluğu onu üzemez..Evet, 2012’nin bana öğrettiği en önemli şey bu, kendi kendime bunu hatırlatıp gülümsüyorum! Ve şunu fark ediyorum ki, insan her zaman mutlu olduğu için gülümsemez ama bazen mutlu olmak için gülümser..İşe de yarıyor, yüzümdeki gülümseme, içime yayılıyor..Ve artık mutlu olduğum için gülümsüyorum..
Nihayet 45 dakikadır beklediğim sıranın sonuna geldik..Büyük bir heyecanla biletimi almaya gidiyorum fakat Pazar’a kadar tüm trenler dolu..Beni gülümseten bir an geliyor aklıma..”C’est ne pas possible!” Fransa yolculuğumuz esnasında, telefondaki navigasyonu doğru düzgün anlayamadığım için kaybolduğumuz anların birinde, Olivier’nin haritayı okuyup ona doğru yolu tarif edemediğime inanamaması ve arabanın içinde “C’est ne pas possible” diye bağırması :)
Aylar önce sinirlendiğim o anı, şimdi gülümseyerek hatırlıyorum ve görevliye güler yüzlü bir şekilde “C’est ne pas possible !” diyorum, bu sırada içimdeki çocuk da gülümsüyor tabi :)
Görevli bana nereye gitmek istediğimi sorduğunda, cevabım net: “İlk hangi trende yer varsa oraya gitmek istiyorum.” Nihayet elimde bir bilet: Münih!
Fakat Münih’ten önce bir boş günüm daha var..O zaman hadi yarın da “Rouen”a gidelim!!
Ama önce Tren İstasyonundan Truff alalım diye tutturuyor içimdeki, kıramıyorum, hadi alalım diyorum :) 
J’adore chocolat !
Artık Mini Paris turuna başlayabiliriz..Metro sistemine çoktan alıştım sanırım..Les Halles’de kendimi atıyorum metrodan dışarı..Artık sokaklarını koklama zamanı geldi Paris!
Yol beni nereye götürürse oraya gidiyorum, elimde ne bir harita var, ne de gittiğim yönü biliyorum..Sadece gidiyorum..Keşfetmeye, görmeye, hissetmeye gidiyorum..!
Ve kendimi tam da istediğim noktada, Musée du Louvre’un önünde buluyorum!
Arkamı dönmemle gördüğüm manzara ise beni büyülüyor, işte bu andan sonra, gerçekten içimde AŞK’ı hissediyorum!
J’adore Paris!
Bilinçsizce yürüyor, büyülenmiş bir şekilde etrafımı saran bu büyülü kente bakıyorum..Ve iyi ki diyorum “İyi ki geldim..”
Bana iyi geleceksin Paris, biliyorum <3
Tam o anda kardeşim arıyor, öyle çok istiyorum ki onun o an yanımda olmasını! Keşke diyorum, keşke sen de olsaydın yanımda minik ufaklığım..
Yüzümde şapşal bir gülümseme, yürümeye devam ediyorum...Yine yol beni nereye götürürse, ama bu yol Eiffel’e çıksın istiyorum..:)
Eiffel’den önce beni karşılayan Place de Concorde! Capcanlı, cıvıl cıvıl..! Ve çocukluğumun korkulu rüyalarından biri..Dönme Dolap!
Bir anda 16 yıl geriye gidiyorum..Annem kardeşime hamile ve ben tutturmuşum hadi dönme dolaba binelim diye..Evet, nihayet yaptırmışım istediğimi..Dönme dolap döner, biz döneriz..Ve tam  biz tepedeyken, dönme dolap bozulur! Tam olarak hatırlamasam da, o yarım saati korku içinde geçirdiğimi biliyorum..
Evet, şimdi önümde yine bir dönme dolap..İlk ve tek dönme dolap deneyimimi 16 yıl önce çok da hoş olmayan bir şekilde yaşayan ben, şimdi Paris’te, tek başıma bir dönme dolaba daha binmek üzere biletimi alıyorum..
Korkmuyor muyum? Korkmaz mıyım..Ama korkularımın hayatıma engel olmasına izin vermiyorum, veremem..Korkularım engel olamaz, olmamalı bana..
Dönme dolap sırasını beklerken görevli soruyor “Êtes-vous seul?” Evet, tekim..Adam alışmış çiftler, arkadaşlar, aileler görmeye..Şaşırıyor Paris’te tek başıma dönme dolaba binmek istememe..Önüme çiftler geçiyor, aileler çocuklarıyla geçiyor, adam haklı, tek başıma binemem..Çiftlerden biri anlamlı bir şekilde gülümsüyor bana, bende aynı şekilde cevap veriyorum..Konuşmuyoruz ama anlaşıyoruz..
En sonunda üç kişilik bir aile geliyor, benim onlarla binmek isteyip istemeyeceğimi soruyorlar, seçme lüksüm yok, tabiî ki binerim..      
İşte nihayet beklediğim an: Fransızca konuşma maceram bu aile ile başlıyor.. Paris’te yaşıyorlarmış, benden küçük kızları yanımda, bu küçük dönme dolap turundaki minik arkadaşım oluyor..Korktuğumu anlıyor, arada “Ça va?” diyerek nasıl olduğumu soruyor..Evet azıcık korksam da iyiyim..Paris’i kuş bakışı görmeye değer değil miJ                                           
Dönme dolap maceram da böylece sona ererken, kendimi bir anda bir Buz Pistinin önünde buluyorum..Yıllar önce keyifle izlediğim “Buzda Dans” geliyor aklıma..Neden olmasın diyorum? 24 saattir çizmelerimle boğuşan ayaklarım karşı çıkıyor bana
“Ne kadar yorgun olduğumuzu farkında değilsin sanırım, bir de üstüne Buz Pateni yapacağım diyorsun, deli misin Kübra?”
Aldırmıyorum, nihayet buzun üstündeyim..Ve uzun zamandır hissetmediğim kadar hafif ve mutlu hissediyorum..Sanırım ben uçuyorum!
Buzun üstünde, çılgınlar dans ediyor ve işte tam o sırada, en sevdiğimden bir şarkı başlıyor..”…..Toniggghhtttt, we are youuuuuung” Evet, biliyorum, bu gece ve her gece, biz genciz ama en önemlisi, deliyiz!
“Aah ne güzel herkes düşüyor, neyse ki düşmedim” diye geçirirken aklımdan, kendimi yerde buluyorum..Hem de öyle bir düşüş ki, insanlar gülüşlerine engel olamıyorlar..Düştüm ama kameram elimde, kameram sağlam..O an için de önemli olan tek şey bu benim için!
“Her düşeni bir kaldıran var benim dışımda” diye bakınırken, bir el uzanıyor elime, yabancı bir el gülümseyerek “Ça va?” diyor, gülümsüyorum, “Ça va, merci”..Ve Fransız centilmenliğinin başkalığını bir kere daha görüyorum..
Sonra düşünüyorum da, yalnız olmak  o kadar da kötü değil, insanlara gülümsemek için bir sebep, insanlığın ölmediğini hatırlamak için bir sebep bazen yalnız olmak !
Her düştüğümde, hep yaptığım gibi, hiç düşmemiş gibi, daha sağlam adımlarla, artık çoktan düşmüş olmanın ve daha kötüsünün olmayacağını bilmenin verdiği cesaretle bir kere daha ayağa kalkıyorum, gülümseyerek, kendime güvenerek..Ve hiç düşmemiş gibi, daha hızlı kayıyorum, buza inat, dünyaya inat, kendime inat !
“Tamam, bu bize yetti Kübra” diye uyarçyor ayaklarım beni, 24 saattir ayakta olmanın yorgunluğuyla..
“Haklısınız diyorum, siz bana lazımsınız.”
Hadi düşelim yollara, güzelce uyuyalım bu gece derken karnımın aç olduğunu fark ediyorum..Hani aşıkken insan anlamaz ya aç olduğunu, işte benim ki de o hesap Paris..Sayende açlığımı unutmuşum..
Harıl harıl soğan çorbası içecek bir yer ararken etrafta, bir seyyar çorbacı çıkıyor karşıma..Mutluyum..Seyyar satıcıları severim, çünkü bilirim, onlar da benim gibi severler gitmeyi..
Aklıma düşen tek bir isim var bu anda: Aslıgül!
Çok seversin soğan çorbasını, biliyorum..”Keşke sen de burada olsaydın Miniğim” diye geçirirken içimden, çorba bitiyor..Ve sevdiğimi fark ediyorum.. J’aime Le Soup d’Oignon!
Eiffel beni bekliyor bu akşam, biliyorum..Ama hem ayaklarım hem de kameramın biten şarjı beni dosdoğru uykuya götürüyor..Ve ben uzun zamandır ilk defa, bebekler gibi uyuyorum!
Teşekkürler Paris, yaşadığımı bana bir kere daha hissettirdiğin için!





















1 yorum:

  1. mülkinaz Kaya7 Nisan 2013 01:44

    cesur ve özgür yüreğini kutluyorum..Allaha emenet ol...

    YanıtlaSil