21 Aralık 2012 |
Yolculuklar
her zaman yorar insanı…Belki de bundandır insanın gitme sevdası..Yorulmak
ister bazen insan, öyle çok yorulsun ki, kafasını yastığa koyduğu anda uyusun
bebekler gibi..Düşünmeden, sorgulamadan, hesaplamadan, unutarak her şeyi,
sadece uyumak ister insan bazen..
Belki de
bundandır benim de gitme sevdam.
Sevda
diyorum, evet bu bir sevda..Gitme sevdası..
Gitmek
istiyorum, hiç tanımadığım tanımayacağım insanlarla karşılaşmak, mutluluğu bir sokak
müzisyeninin sesinde bulmak, yağmurda treni kaçırmamak için koşan
insanların arasına karışmak, tatmadığım lezzetleri tatmak, görmediğim yerler
görmek, korkularımı yenmek, üşümek, trenlerde uyumak, düşünmek, düşünmemek,
unutmak, hatırlamak, susmak, kendimle konuşmak, kendimi anlamak, yol beni
nereye götürürse oraya gitmek istiyorum ve işte şimdi, sadece gidiyorum..
Hiç
sevmemişimdir planları…Ben sadece ne istediğimi bilirim…Ve bir de istediğim
şeyler için çabalamayı …Çünkü bilirim ki istemek yetmez hiç bir zaman, durup beklemek yetmez..
Plansız,
programsız, elimde bir uçak bileti, küçük bir bavul..Çıkıyorum yola Paris
için…Beni bekleyen 16 gün..İnsanlar soruyor, nereye gidiyorsun, ne yapacaksın,
ne zaman nerede kiminle olacaksın..Tek cevabım var, bilmiyorum!
Şaka değil,
gerçekten bilmiyorum..Hayat beni nereye götürürse, nereye bilet bulur, nereye
gitmek istersem, nerede olmak istersem orada olacağım..
Hava alanında
geçen bir gecenin sonunda, sabah 6’da kalkıyor uçağımız..Uçağımız diyorum,
yanımda Michelle var..İlk tanıştığımız gün gözümün önünde, yine Madrid Barajas’dayız..Ben yüzünü hiç görmediğim, sesini hiç duymadığım bu kızı
karşılamaya gelmişim büyük bir heyecanla..Ne de olsa, İspanya maceramdaki ilk
arkadaşım olacak..
Evet şimdi 4 ay sonra yine Barajas’dayız.. Ama iki yabancı gibi değil de, iki dost gibi..
Evet şimdi 4 ay sonra yine Barajas’dayız.. Ama iki yabancı gibi değil de, iki dost gibi..
Her ne kadar gezmeyi sevsem de, her zaman korkmuşumdur
uçmaktan..Ayağımın yere basmıyor olması telaşlandırır beni hep..Hele
bir de RyanAir gibi ucuz bir şirketle uçuyorsam, eyvah! Aklımda bir sürü soru
“Bu biletler niye bu kadar ucuz ki?” “Acaba bu uçak sağlam mıdır?” “Lütfen hostes
hanım, biraz yavaş yürüyün, farkında değil misiniz, siz yürüdükçe uçak
sarsılıyor..” derken, geceyi hava limanında geçirmenin yorgunluğuyla içim geçmiş
ve uyumuşum..Uyumuşum uyumasına ama sarsıntıları da fark etmiyor değilim Pilot
Bey..Biraz daha dikkatli olursanız çok sevinirim!
Ve sonunda
bitti, artık Paris’teyiz..Hava limanından Paris’in merkezine gitmek için
bindiğimiz otobüste de uyumak biraz olsun dinlendirdi beni..Kendime şaşırmıyor
değilim, ben ki en ufak seste ve ışıkta uyuyamayan insan, gitme sevdası
yüzünden her şartta uyumaya alıştım ya, tebrikler!
Nihayet
Paris merkezdeyiz..İlk hedefimiz: Her hangi bir Tren İstasyonu..Michelle kendisi için öğrenci kartı alacak..
İşte tam o anda içimdeki minik gitme sevdasının seslendiğini duyar gibiyim:
İşte tam o anda içimdeki minik gitme sevdasının seslendiğini duyar gibiyim:
“Yıllardır
sen değil miydin hadi Inter-Rail yapalım diyen..Hadi koş, elinde fırsat, daha
ne duruyorsun Kübra!”
Her zaman
içindeki sesi dinleyen ben, yine uydum içimdeki deliye, yaptım bir
delilik..Aldım Inter-Rail biletimi..İşte şimdi heyecanlıyım, bir yandan da
gururlu..Tek başıma Inter-Rail yaptım diyebilecek olmanın gururu..
Michelle’le
yolculuğumuz burada sona eriyor, bundan sonra Michelle yoluna, ben yoluma ! Yakında görüşeceğiz Michelle, hoşçakal :)
İşte artık tamamen yalnızım..Dün gecenin yorgunluğu ve açlığıyla kendimi Opera’da bulduğum ilk yere atıp yemek yemek tek istediğim..İşte geldik : Happy Days’ Dinners
İçeri girdiğim andan itibaren tek istediğim şey Fransızca konuşmak..Ama sandığım kadar kolay olmayacak sanırım..Günlük hayatımda İspanyolca konuşmaya alışan ben, ne Fransızca’ya ne de İngilizce’ye kolay kolay dönemiyorum..İngilizce konuşmaya çalışırken, ağzımdan kaçan İspanyolca sözcük ve tepkilere engel olamıyorum..
İşte artık tamamen yalnızım..Dün gecenin yorgunluğu ve açlığıyla kendimi Opera’da bulduğum ilk yere atıp yemek yemek tek istediğim..İşte geldik : Happy Days’ Dinners
İçeri girdiğim andan itibaren tek istediğim şey Fransızca konuşmak..Ama sandığım kadar kolay olmayacak sanırım..Günlük hayatımda İspanyolca konuşmaya alışan ben, ne Fransızca’ya ne de İngilizce’ye kolay kolay dönemiyorum..İngilizce konuşmaya çalışırken, ağzımdan kaçan İspanyolca sözcük ve tepkilere engel olamıyorum..
Bir yandan
yemeğimi yerken, bir yandan da miniklerime kısa kısa mesajlar
atıyorum..Avrupa’daki yalnız cengaver, ben’i merak etmesinler diye..
Bu arada ”Bu
akşam Paris’te kalmalısın” diyor içimdeki..Hiç kırar mıyım onu..”Bien sÛr
mademoiselle” O zaman hemen bir hostel ayarlayalım..
Bir hostel
buluyorum ucuzundan..”Shared Dormitory Room for 4 People”
“Dormitory Room” kavramı içimde her zaman garip bir korku&heyecan karışık bir duyguya neden olur..Bir yandan tanımadığım 3 insanla aynı odada kalma duygusu beni endişelendirse de, bir yandan da Barcelona’da tanıştığım ve adını sormayı akıl edemeyip, onun dışında her şeyi konuştuğumuz kız gibi anlaşabildiğim, bambaşka dünyalardan gelen, bambaşka hayatlar yaşayan insanları tanıma heyecanını barındırıyorum içimde..Ve önce bavulumu bırakmak için, hostele doğru yola çıkıyorum..
“Dormitory Room” kavramı içimde her zaman garip bir korku&heyecan karışık bir duyguya neden olur..Bir yandan tanımadığım 3 insanla aynı odada kalma duygusu beni endişelendirse de, bir yandan da Barcelona’da tanıştığım ve adını sormayı akıl edemeyip, onun dışında her şeyi konuştuğumuz kız gibi anlaşabildiğim, bambaşka dünyalardan gelen, bambaşka hayatlar yaşayan insanları tanıma heyecanını barındırıyorum içimde..Ve önce bavulumu bırakmak için, hostele doğru yola çıkıyorum..
Kaldığım
bölge biraz karışık..En çok ilgimi çeken şey ise “Boulevard Rochechouart” daki
kumaşçıların çokluğu..Kapalı Çarşı’yı andırıyor tüm bu dükkanlar bana, içim
burkuluyor bir an, nereye gidersem gideyim, İstanbul benim evim diyorum ve
yoluma devam ediyorum..
Şimdiye kadar
çok fazla Fransız’la karşılaşmama rağmen, ilk izlenimim gayet yardımsever
oldukları..Bu 16 günde fikrim değişir mi, onu göreceğiz..
Hostel’deki
görevliler çok yardımsever..Fakat bana 4’den önce Check-In yapamayacağımı
söylüyorlar..Benim için daha iyi ki, ne kadar spontane yaşarsam yaşayayım, en
azından yarın gideceğim şehri bilmekte fayda var diyorum ve oturuyorum
bilgisayarımın başına..
Evet, artık
küçük bir rotam var.. Haydi bakalım başlasın
Inter-Rail!!
Check-In
sonrası, artık Paris’i koklamaya hazırım!! Ama ilk olarak tren istasyonuna
gidip Strasbourg biletimi almam gerekiyor :)
Tren
istasyonuna geldiğimde, karşılaştığım kalabalığa inanamıyorum! Herkesin evinde
bavullar, hepsinde aynı telaş “Christmas”
Sevdiklerine
kavuşacak olmalarının verdiği mutluluk gözlerine yansıyor..Bir an içim
burkuluyor, herkes Noel’de kalabalık masalarda aileleriyle yemeklerini yerken,
yalnız olma fikri ister istemez içimi burkuyor sanırım..Ama şunu da
biliyorum, insan ne olursa olsun yalnız mutlu olmayı bildikten sonra, kimsenin
ve hiçbir şeyin yokluğu onu üzemez..Evet, 2012’nin bana öğrettiği en önemli şey
bu, kendi kendime bunu hatırlatıp gülümsüyorum! Ve şunu fark ediyorum ki, insan
her zaman mutlu olduğu için gülümsemez ama bazen mutlu olmak için gülümser..İşe
de yarıyor, yüzümdeki gülümseme, içime yayılıyor..Ve artık mutlu olduğum için
gülümsüyorum..
Nihayet 45
dakikadır beklediğim sıranın sonuna geldik..Büyük bir heyecanla biletimi almaya
gidiyorum fakat Pazar’a kadar tüm trenler dolu..Beni gülümseten bir an geliyor
aklıma..”C’est ne pas possible!” Fransa yolculuğumuz esnasında, telefondaki
navigasyonu doğru düzgün anlayamadığım için kaybolduğumuz anların birinde,
Olivier’nin haritayı okuyup ona doğru yolu tarif edemediğime inanamaması ve
arabanın içinde “C’est ne pas possible” diye bağırması :)
Aylar önce
sinirlendiğim o anı, şimdi gülümseyerek hatırlıyorum ve görevliye güler yüzlü
bir şekilde “C’est ne pas possible !” diyorum, bu sırada içimdeki çocuk da
gülümsüyor tabi :)
Görevli bana
nereye gitmek istediğimi sorduğunda, cevabım net: “İlk hangi trende yer varsa
oraya gitmek istiyorum.” Nihayet elimde bir bilet: Münih!
Fakat
Münih’ten önce bir boş günüm daha var..O zaman hadi yarın da “Rouen”a gidelim!!
Ama önce Tren
İstasyonundan Truff alalım diye tutturuyor içimdeki, kıramıyorum, hadi alalım
diyorum :)
J’adore chocolat !
J’adore chocolat !
Artık Mini
Paris turuna başlayabiliriz..Metro sistemine çoktan alıştım sanırım..Les
Halles’de kendimi atıyorum metrodan dışarı..Artık sokaklarını koklama zamanı
geldi Paris!
Yol beni
nereye götürürse oraya gidiyorum, elimde ne bir harita var, ne de gittiğim yönü
biliyorum..Sadece gidiyorum..Keşfetmeye, görmeye, hissetmeye gidiyorum..!
Ve kendimi
tam da istediğim noktada, Musée du Louvre’un önünde buluyorum!
Arkamı
dönmemle gördüğüm manzara ise beni büyülüyor, işte bu andan sonra, gerçekten
içimde AŞK’ı hissediyorum!
J’adore
Paris!
Bilinçsizce
yürüyor, büyülenmiş bir şekilde etrafımı saran bu büyülü kente bakıyorum..Ve
iyi ki diyorum “İyi ki geldim..”
Bana iyi
geleceksin Paris, biliyorum <3
Tam o anda
kardeşim arıyor, öyle çok istiyorum ki onun o an yanımda olmasını! Keşke
diyorum, keşke sen de olsaydın yanımda minik ufaklığım..
Yüzümde
şapşal bir gülümseme, yürümeye devam ediyorum...Yine yol beni nereye götürürse,
ama bu yol Eiffel’e çıksın istiyorum..:)
Eiffel’den
önce beni karşılayan Place de Concorde! Capcanlı, cıvıl cıvıl..! Ve çocukluğumun
korkulu rüyalarından biri..Dönme Dolap!
Bir anda 16
yıl geriye gidiyorum..Annem kardeşime hamile ve ben tutturmuşum hadi dönme
dolaba binelim diye..Evet, nihayet yaptırmışım istediğimi..Dönme dolap döner,
biz döneriz..Ve tam biz tepedeyken,
dönme dolap bozulur! Tam olarak hatırlamasam da, o yarım saati korku içinde
geçirdiğimi biliyorum..
Evet, şimdi
önümde yine bir dönme dolap..İlk ve tek dönme dolap deneyimimi 16 yıl önce çok
da hoş olmayan bir şekilde yaşayan ben, şimdi Paris’te, tek başıma bir dönme
dolaba daha binmek üzere biletimi alıyorum..
Korkmuyor
muyum? Korkmaz mıyım..Ama korkularımın hayatıma engel olmasına izin vermiyorum,
veremem..Korkularım engel olamaz, olmamalı bana..
Dönme dolap
sırasını beklerken görevli soruyor “Êtes-vous seul?” Evet, tekim..Adam alışmış
çiftler, arkadaşlar, aileler görmeye..Şaşırıyor Paris’te tek başıma dönme
dolaba binmek istememe..Önüme çiftler geçiyor, aileler çocuklarıyla geçiyor,
adam haklı, tek başıma binemem..Çiftlerden biri anlamlı bir şekilde gülümsüyor
bana, bende aynı şekilde cevap veriyorum..Konuşmuyoruz ama anlaşıyoruz..
En sonunda üç
kişilik bir aile geliyor, benim onlarla binmek isteyip istemeyeceğimi
soruyorlar, seçme lüksüm yok, tabiî ki binerim..
İşte nihayet beklediğim an: Fransızca konuşma maceram bu aile ile başlıyor.. Paris’te yaşıyorlarmış, benden küçük kızları yanımda, bu küçük dönme dolap turundaki minik arkadaşım oluyor..Korktuğumu anlıyor, arada “Ça va?” diyerek nasıl olduğumu soruyor..Evet azıcık korksam da iyiyim..Paris’i kuş bakışı görmeye değer değil miJ
Dönme dolap
maceram da böylece sona ererken, kendimi bir anda bir Buz Pistinin önünde
buluyorum..Yıllar önce keyifle izlediğim “Buzda Dans” geliyor aklıma..Neden
olmasın diyorum? 24 saattir çizmelerimle boğuşan ayaklarım karşı çıkıyor bana
“Ne kadar
yorgun olduğumuzu farkında değilsin sanırım, bir de üstüne Buz Pateni yapacağım
diyorsun, deli misin Kübra?”
Aldırmıyorum,
nihayet buzun üstündeyim..Ve uzun zamandır hissetmediğim kadar hafif ve mutlu
hissediyorum..Sanırım ben uçuyorum!
Buzun
üstünde, çılgınlar dans ediyor ve işte tam o sırada, en sevdiğimden bir şarkı
başlıyor..”…..Toniggghhtttt, we are youuuuuung” Evet, biliyorum, bu gece ve her
gece, biz genciz ama en önemlisi, deliyiz!
“Aah ne güzel
herkes düşüyor, neyse ki düşmedim” diye geçirirken aklımdan, kendimi yerde
buluyorum..Hem de öyle bir düşüş ki, insanlar gülüşlerine engel olamıyorlar..Düştüm
ama kameram elimde, kameram sağlam..O an için de önemli olan tek şey bu benim
için!
“Her düşeni
bir kaldıran var benim dışımda” diye bakınırken, bir el uzanıyor elime, yabancı
bir el gülümseyerek “Ça va?” diyor, gülümsüyorum, “Ça va, merci”..Ve Fransız
centilmenliğinin başkalığını bir kere daha görüyorum..
Sonra
düşünüyorum da, yalnız olmak o kadar da
kötü değil, insanlara gülümsemek için bir sebep, insanlığın ölmediğini
hatırlamak için bir sebep bazen yalnız olmak !
Her
düştüğümde, hep yaptığım gibi, hiç düşmemiş gibi, daha sağlam adımlarla, artık
çoktan düşmüş olmanın ve daha kötüsünün olmayacağını bilmenin verdiği cesaretle
bir kere daha ayağa kalkıyorum, gülümseyerek, kendime güvenerek..Ve hiç
düşmemiş gibi, daha hızlı kayıyorum, buza inat, dünyaya inat, kendime inat !
“Tamam, bu
bize yetti Kübra” diye uyarçyor ayaklarım beni, 24 saattir ayakta olmanın
yorgunluğuyla..
“Haklısınız
diyorum, siz bana lazımsınız.”
Hadi düşelim
yollara, güzelce uyuyalım bu gece derken karnımın aç olduğunu fark
ediyorum..Hani aşıkken insan anlamaz ya aç olduğunu, işte benim ki de o hesap
Paris..Sayende açlığımı unutmuşum..
Harıl harıl
soğan çorbası içecek bir yer ararken etrafta, bir seyyar çorbacı çıkıyor
karşıma..Mutluyum..Seyyar satıcıları severim, çünkü bilirim, onlar da benim
gibi severler gitmeyi..
Aklıma düşen
tek bir isim var bu anda: Aslıgül!
Çok seversin
soğan çorbasını, biliyorum..”Keşke sen de burada olsaydın Miniğim” diye
geçirirken içimden, çorba bitiyor..Ve sevdiğimi fark ediyorum.. J’aime Le Soup
d’Oignon!
Eiffel beni
bekliyor bu akşam, biliyorum..Ama hem ayaklarım hem de kameramın biten şarjı
beni dosdoğru uykuya götürüyor..Ve ben uzun zamandır ilk defa, bebekler gibi
uyuyorum!
Teşekkürler
Paris, yaşadığımı bana bir kere daha hissettirdiğin için!
cesur ve özgür yüreğini kutluyorum..Allaha emenet ol...
YanıtlaSil