8 Kasım 2013 Cuma

Ankara : Aylak Madam !


1 Kasım 2013

Ankara'da, Kızılay'da, Karanfil Sokak'ta, hiç bilmediğim bir şehirde, hiç bilmediğim bir kokuyla baş başayım..
Ankara'ya ayak basmamla birlikte, kafamdan geçen bin bir düşünce..Hakim olamıyorum beynime.."Bir sus da bir rahat etsin kafam" diyemiyorum..
Şikayet etmek gibi olmasın hiç, bilinçaltımla da mutluyum hani..
Ankara'nın en çok nesini seversiniz demişler ya Yahya Kemal'e bir gün..Hani o da "Istanbul'a dönüşünü" diye cevap vermiş..
Belki bu sebepten olsa gerek, biraz da Istanbul'da doğup, Ortaköy'de büyümüş olmanın verdiği deniz sevgisi olduğu için içimde; Ankara bana hep kapalı, kimi zaman ölü, kimi zaman ise "karanlık bir memur şehri" olarak gelmiştir..
Geleceğimi duyduğundan olmalı, Ankara'da güneş açmış..Belli ki gözümdeki imajını düzeltmek, bana neşeli tarafını göstermek istiyor içten içe..
Haklı olarak içinizden geçiriyorsunuzdur siz şimdi..
"Madem bu kadar önyargılısın Ankara'ya karşı, neden buradasın?" diyorsunuzdur..Haklısınız da..
O zaman hadi anlatayım..
16 Yaşındaydım henüz tanıştığımızda..Dershanenin ilk günü, küçücük sınıfta, yanımda oturup bilmiş bilmiş konuşan bir kız..
Bende bir o kadar bilmiş olduğumdan olsa gerek, daha ilk günden sinir olduğumu itiraf etmeliyim..
Bizimkisi ilk görüşte aşk değil de ilk görüşte sinir anlayacağınız..
Ve işte o ilk günlerde sinir olduğum kız için buradayım..Onun sayesinde bu sokakta, onun sayesinde Aylak Madam'dayım..
O günlerde benim için sadece "O Kız" olan Müge ile 7 sene geçip gitti hayatımızdan?
Son 5 senede, ayrı şehirlere düştüğümüzden, en büyük keyfimiz Happy Moons öğünleri haline gelmiş olsa bile, her gününü beraber geçirdigimiz dopdolu iki senemiz var bizim..
Simdilerde birbirimizi yılda 4-5 kere görebildiğimizden, uzun sohbetler ardından başlayan boğaz ağrılarımız mevcut bir de..
Yan yana oturup çözdüğümüz binbir türlü test, KTT, OSS Denemesi, Ozdebir var..Beraber kurulmuş üniversite hayalleri, OSS stresi ile alınan kilolar,uzun kahve falları, kaş kalınlaştırma çabaları, sahilde horon tepmelerle dolu, anılarla dopdolu iki senemiz var..
Ankara'ya ilk defa gelmişim gibi yanlış bir izlenim yarattıysam affola..Çocukluğumda Anıtkabir'i ziyaret etmişliğim ve şimdilerde hayal meyal hatırladığım bir anı var Ankara'dan geriye kalan..Anneannem ve dedem ile kocaman bir parkta, bir göl kenarında oturmuşluğumuz var..Ve bir de OSS sonrası annem ve Ozan ile Bilkent ve ODTU gezimiz sonrası bir de Ata'yı ziyaretimiz..
Düşünüyorum da, üstünden yıllar geçmiş..
Zaman ne çabuk geçmiş..
Ve işte şimdi, yıllar sonra Ankara'da olmak, tek başıma, Aylak Madam'da oturmuş tost yiyor olmak içimde tek bir duyguyu canlandırıyor : BÜYÜMÜŞ OLMAK!
..
Ispanya'da geçirdiğim bir sene boyunca Avrupa'yı tek başına gezmiş olan ben, içimde Türkiye'yi gezme isteğiyle dönüyorum ülkeme..Müge'nin Kep Töreni sayesinde ise ilk olarak Ankara'ya düşürüyor yolumu..
Sabahın altısında Cisot'un beni havaalanına bırakmasıyla, içimi bir heyecan kaplıyor..Sormayın nedenini, bilmiyorum..Kalbim pır pır..Havaalanına adımımı attığım anda kalbim bir serçe yavrusununki gibi pır pır..
Kalbimin atışından anlıyorum ki, ben SEVİYORUM..
GITMEYI seviyorum..
Nereye olursa olsun, yanımda bir kaç parça eşya, elimde kitabım, aklım hep başımda, kalbim yanımda,sevdiklerim içimde..
Ben gitmeyi SEVİYORUM..

Bir sene öncesine kadar uçağa binmemek için elinden geleni ardına koymayan, yolculuktan bir hafta öncesinde korkudan uykuları kaçan ben..Simdilerde her uçağa bindiğinde kalbi yine ağzında atan yine ben ama bu sefer korkudan değil de heyecandan, mutluluktan..
Benim bir sene içinde öğrendiğim bir şey varsa o da, uçağın beni sevdiklerime kavuşturduğu..
Gittiğim şehirde özlediğim tanıdığım kimse yoksa bile, biliyorum ki uçak beni kendime kavuşturuyor..
...
Ankara'da en bilindik yer Kızılay'dır ya hani..40 Dakikalık bir uçak yolculuğu sonrasında Kızılay otobüsüne biniyorum.Takılıp kaldığım kitapta aklım..Zülfü Livaneli, "Leyla'nın Evi"..Okulun başlaması ile ister istemez kendimi içinde bulduğum yoğun, belli bir zaman sonra ise monoton hale dönüşen ama yinede çok sevdiğim ve miniklerimle birlikte geçirdiğim zamanı, annemle yatakta yaptığımız is sohbetlerini, kardeşimle yediğim yemekleri, Tayfun ve Kazım ile kahve molalarımızı, kızlarla nargile sohbetlerimizi, her aksam yorgun gidip enerjik çıktığım tiyatro provalarının tadını hiç bir şeye değişmesem de, Ankara'ya adım atar atmaz biliyorum ki benim arada sırada gitmem gerek, kaçmam gerek..Bu sadece benim için değil, çevremdekiler için de gerekli bir gidiş..Kimi zaman enerjimle yorduğum, kimi zaman yoğunluk stresiyle boğduğum insanlar için de gerekli benim gitmem..
...
Dün akşam Erinç'le yaptığımız uzun sohbete gidiyor aklım..Hiç beklemediğim bir anda arayıp,içimdeki tüm sıkıntıyı bir çırpıda kurtulmak istermiş gibi anlatışım, cümleleri birbiri ardına dizişim geliyor aklıma..Ve dün akşam kalbime dokunan tek bir cümle:
"Sen git biraz ve blogunu yazmaya devam et Kübra"
Bak Erinç, Ankara'ya adımımı atar atmaz başladım yazmaya..
...
Aklım Leyla'da kaldı dedim ya hani, Leyla'nın Evinde..Kafam karmakarışık, milyonlarca düşünce akıp gidiyor adeta..Başımı kitaptan kaldırıp, Ankara'ya bakıyorum..Ilk bakışta bana verdiği izlenim : Ankara inanılmaz düzenli bir şehir..
Düzeni batıyor bana ilk etapta..Kendime Istanbul'un düzensizliğiyle, düzensizliğin içinde düzenli bir hayat kurmuş olan bana zor geliyor bu düzen..Tıpkı kafam gibi, tıpkı içim gibi, tıpkı masam gibi..Düzensizliğin içinde düzenimi kurmayı seviyorum ben..Düzensiz şehirlerin, düzensiz hayatların insanıyım ben..
Tüm bunlar geçerken içimden, kendi kendime konuşurken ben, Kızılay olduğunu düşündüğüm bir meydana yaklaşıyoruz..
Bu arada yol boyunca yolu sağlı sollu bürokratik binalar şehre ciddi bir hava kattığından olsa gerek canımı sıkıyor..
Leyla'yı bavuluma koyuyor, otobüsten iniyorum..
Tanımadığım bir şehirde,tanımadığım insan kalabalığının arasında karşıdan karşıya geçmenin kokusunu çekiyorum içime..
Kalabalık Kızılay..Saşkınlıkla etrafıma bakınıyorum..
Simdilik tek bir isteğim var benim, bir fincan kahve..Yazı yazabileceğim küçük bir kafe..
Ben şehirleri müzesinden değil, sokaklarından, kahvesinden, kokusundan tanıyanlardanım..
Belki de bundandır, ayak bastığım her şehirde bir Hoşgeldin Kahvesi içmem..
Tek bir şartım var: Sokakta Olsun!
Her ne kadar günlük hayatımda fark etmiyor olsam da, anlıyorum ki Ispanya'nin kültürünü de yaşam tarzını da ister istemez benimsemişim..
Kızılay Meydanında bir Plaza Mayor arıyor gozlerim..Etrafa bakınıyorum..Adı Meydan ya hani, sanıyorum ki, meydanı çevreleyen kafeler ve bir de insan kalabalığı saracak etrafımı..Ama yok..
..
Nereye doğru gitmem gerektiğini bilmeden dümdüz devam ediyorum..Boş boş bakınıyorum etrafa..Koskoca bir süs havuzu önümde..Hüzünlü sanki..
Etrafını sarmalamış mermer banklar, banklarda bekleyen insanlar..Ellerinde termoslarla gezinen çaycılar..
Kim bilir her gün kaç insanın içini ısıtıyordur bu çaycının bağırmaktan kısılmış sesi..
"Umarım yaptığı işin samimiyetini farkındadır" diyerek geçip gidiyorum yanından..Tıpkı binlerce insanın her gün yaptığı gibi..Ama FARKINDA OLARAK, MUTESEKKUR OLARAK..
Cay satan adamı ve bekleyen insanları arkamda bırakarak, bir sokağa giriyorum..
..
Yazmak, hastalık gibidir kimi zaman.."O an" geldi mi, duramaz insan..Doğum sancısı gibi biraz..Yazayım, aksın gitsin istiyorum..O an bilgisayarımı yanıma almamış olmanın pişmanlığı kaplıyor içimi..Uzülüyorum bir an için ama olsun..Kalem tutmayalı da çok olmuştu..
Öyle anlar oluyor ki hayatımda, yazmak tek sığınağım oluveriyor..Tek kacış, tek arkadaş..
Ve işte bu yüzden de ben yazmayı sevdiğim gibi, yaşamayı sevdiğim gibi, yalnızlığı da seviyorum kimi zaman..
..
Hayatımla ilgili öyle çelişkiler yaşıyorum ki, kendimi anlamaktan vazgeçiyorum çoğu zaman..Bir yanım nasıl gitmek arzusu ile dolu ise, diğer yarım da bir o kadar kalmaktan yana..
Bir yanım ne çok seviyorsa kalabalık sofralarda yemek yemeyi, diğer yarım da öylesine aşık "yalnız" kahvelerin tadına..
..
Kızılay Sokaklarında aylak aylak dolaşıp, kendimde kaybolduğumu anladığım an, Muge'yi aramak geliyor aklıma..Ve soruyorum
"Action, bana oturup kahve içebileceğim seker bir yer önerebilir misin acaba?"
..
Karanfil Sokak'ta Aylak Madam diye bir kafe var, sokağın sonunda, solda..
Bir polis görüyorum, ona soruyorum Karanfil Sokağı..
"Surada polis var ya hani, iste oradan sağa dön" diyor..
Anlamış gibi yapıp, etrafıma bakınıyorum..Polis molis yok buralarda be abicim..
Önüme bir taksici çıkıyor, bir de ona sormak istiyorum..Acaba benim göremediğim polis nerede...
Taksici sağolsun açıklıyor:
"Bak şurada Colins var görüyor musun, o sokaktan sağa don,dümdüz devam et, orası Karanfil Sokak"
Teşekkür edip gülümsüyorum..Içten içe de kendime gülüyorum..Meğer biraz önceki polis de bana Polis değil Colins demiş de ben anlamamışım..
Müge'nin tarifine güvenerek, hızlı adımlarla sokağın sonuna doğru devam ediyorum..
Ve nihayet, Karanfil Sokağın sonunda, solda: Aylak Madam
Içeri girdiğim anda tam anlamıyla ile AFALLIYORUM!
Içerisi o kadar BEN ki, BENLİK ki..Nereye oturacağımı şaşırıyorum önce..Rengarenk, sıcacık bir kafe, hafif bir müzik geliyor arkadan..Hemen girişte, sağda minik bir kütüphane, duvarlar resimlerle dolu..Genç bir adam karşılıyor beni içeride..Şapşallığımı, şaşkınlığımı, kararsızlığımı anlamış olacak ki "Buyurun önce oturun isterseniz" diyor..En köşedeki masaya takılıyor gözüm..Bavulumu bırakı


bırakmaz "Bir kağıt bir de kalem alabilir miyim acaba?" diye soruyorum..
 
Menüden önceki bu garip isteğim, genci şaşırtıyor olsa gerek..Upuzun bir kağıt, bir de kalem getiriyor bana.Uzeri desenli, normalde servis kağıdı olarak kullandıkları kağıtlardan bunlar.."Hem anı olsun size bunlar" diyerek beni kalemimle, kağıdımla başbaşa bırakıyor...
"Resim çekmemin bir mahsuru var mı?" diye soruyorum..
"Tabi buyrun, istediğiniz gibi çekin" diyor, buyuruyorum..
Bol sütlü bir kahve, bir de Madam Tost rica ediyorum..
Kahvem gelmeden, başlıyorum yazmaya..
Kahvem de geliyor 5 dakika içinde..Aylar sonra ilk defa, Ben
ile kalıyorum..Bir elimde kalemim, bir elimde kahvem..
Okuldan, Istanbul'dan, sevdiklerimden uzakta, kalabalıklarda kaybettiğim ben'i buluyorum..
Ve artık biliyorum ki, bir şehri şehir yapan, denizi değil, kahvesinin kokusu, insanlarının gülümseyişi imiş..
Durun, daha gormedim Ankara'yı..Daha üç günüm var şehri koklayabileceğim..
Ama size bir tavsiye:
Bir gün Ankara'ya düşerse yolunuz, olur da Ata'ya yalnız olmadığını hatırlatmak isterseniz, Karanfil Sokağa uğramadan dönmeyin derim ben..Colins'ten sağa döndüğünüz gibi, önünüze çıkan merdivenleri çıkın tek tek..
Dümdüz devam edin, sokağı bitirdiğinizde sağda, içerisi kırmızı-mor, dışarıda beyaz bir tabela, beyaz bir tahta, üzerinde bir dize yazılı.. Diyeceğim o ki, Aylak Madam'ın kahvesini içip, bu büyülü atmosferi tatmadan dönmeyin Ankara'dan..
Uzun zamandır beni ben yapan, şehrin kalabalığında tutulduğum yazamama hastalığından beni kurtaran, özlediğim Kübra'yı bana geri veren, oturup yazı yazdığım 3 saat boyunca hiç bir türlü yardımı esirgemeyen Aylak Madam'a sonsuz teşekkurler!


Içimdeki bu gitme arzusu hiç bitmesin!
Ankara'dan Sevgiler!



Aylak Madam Kahve Evi
Karanfil 2 Sokak No:77/B Bakanliklar 06640 Ankara 
Tel. 0312 419 74 12
www.aylakmadam.com
rezervasyon@aylakmadam.com

5 Kasım 2013 Salı

Marsilya II. & Cassis :)


31 Mart 2013

Marsilya'da erkenden doğuyor güneş..Sanki bugünün harika bir gün olacağını bilir gibi erkenden uyandırıyor beni..Güneşle uyanmak, denizle uyanmak ne güzel..
Hemen koşup açıyorum pencereleri, içeriye girsin diye deniz kokusu..Ve işte tam sevdiğim gibi, içeride deniz kokusu, içeride bahar kokusu..
Öyle güzel başlıyor ki gün, bugün hiç bitmesin istiyorum..
"Hayat güzel" diye geçiriyorum içimden..
Aylardan Nisan olunca..Hele bir de ben Marsilya'da olunca..
Duşumu alır almaz aşağıya iniyorum koşar adımlarla..Olivier'in anne babası çoktan uyanmış..Babası benim uyandığımı görünce Olivier'i de uyandırıyor, ben her ne kadar uyandırmayın desem de..
Bir bakıyorum sofrada kocaman bir Paskalya Çöreği..Ev neşeli..
Evet bugün Paskalya..
Annesi heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor babasına..
Olivier yarı uyanık haliyle gülümseyerek giriyor içeri…Ve daha günaydın bile demeden önce bana dönüp:
"Kübra annem aynı senin gibi..Bir şey anlatacaksa eğer, illa ki o konunun geçmişine inecek..Hiç bir şekilde asıl anlatmak istediği şeyden başlayamıyor, siz kadınlar" diyor.
Gülüyorum..
Mısır gevreğimizi yerken oturup çizgi film izliyoruz her zamanki gibi..Derken hızlı bir kahvaltıdan sonra "Let's go.." diyerek koşuyoruz..
Ama gerçekten koşuyoruz..İkimiz de birbirimizden hiperaktif, ikimiz de birbirimizden tez canlı :)
Geç bile kaldık..Marsilya sokakları bizi bekler..
Ilk durağımız, Notre Dame de la Garde.

Ve iste bazilikanın bulunduğu tepeye çıkarken Marsilya ayaklarımızın altında..
Ben bulutların üstünde..
Evet, uçmak böyle bir şey olmalı..
Özgürlük bu olmalı..
...
Bazilika Marsilya'nın en yüksek noktasında bulunuyor..Deniz seviyesinden yaklaşık 150 metre yükseklikte bulunan Notre Dame de Garde, 12. yüzyılda inşa edilen bir kilisenin yıkıntılarının uzerine 1864'de kurulmuş..Ve Marsilya halkı, bazilikanın şehri koruduğuna inanıyor ki onu "Bonne Mère - Kutsal Anne" diye adlandırıyor..
Notre Dame de Garde hınca hınç dolu..Hem Pazar hem de Paskalya olduğundan olsa gerek, hem Marsilyalılar akın etmiş kiliseye hem de Paskalya tatilini Provence'da geçirmek isteyen onlarca turist..Katedralin önünde upuzun bir kuyruk..Her ne kadar içeri girmeye niyetli olsak da, Marsilya sokaklarında yapacağımız yürüyüşü katedralin içini görmeye tercih ediyoruz..
Olivier'in bana göstermek istediği çok şey var benim küçük diye adlandırdığım bu şehirde..Ne de olsa aylardır bu anı bekliyoruz..Bütün bir yılı, şarap, peynir ve nargile eşliğinde Marsilya ve Istanbul resimlerine bakıp, birbirimize çok sevdiğimiz bu şehirlerin hikayelerini anlatmakla geçirdikten sonra, aylardır Marsilya'yı Olivier'den dinleyen ben, işte nihayet buradayım..
Sözümü tutmuş olmanın verdiği rahatlıkla Olivier'e hatırlatıyorum "Sıra şimdi sende.."
Ve onu Istanbul'da görmek için gerçekten can atıyorum..
Beraber kornişe kadar iniyoruz..Onun bile bilmediği sokaklardan geçiyoruz kimi zaman..Mimarisini beğendiğimiz evleri birbirimize göstererek ilerliyoruz Marsilya'nin yokuşlu sokaklarında..
Arada Olivier bana modifiye arabaları göstererek "Kübra look at that, this is so PIH*." diyerek güldürüyor beni. Kimi zaman ciddi konulara girip kendimizi hararetli bir tartışmanın ortasında buluyoruz..Çoğu zaman hayattan, oradan, buradan konuşarak devam ediyoruz yolumuza..
Marsilya inanılmaz bir çeşitliliğe sahip..Daha doğrusu inanılmaz bir sosyal sınıf farkı var demek daha doğru olur..
Iki bambaşka dünyayı bir arada yaşıyor, yaşatıyor Marsilya..Diğer Avrupa şehirlerinin aksine, birer sokak arayla gecekondu tipi evleri ve villaları görebiliyorsunuz..Bir mahallede pencerelerden dışarı kurusun diye asılmış çamaşırlar, bir diğerinde evlerin önündeki lüks arabalar..
 Ve belki de ben bu karma ruhunu seviyorum en çok Marsilya'nın..Her ne kadar ben "En güzeli de farklı kültürlerden bu insanların bir arada mutlu yaşamayı öğrenmesi" desem de, Olivier aslında durumun hiç de göründüğü gibi olmadığını söyleyip başlıyor anlatmaya.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra Fransa'da gelişen teknoloji, beraberinde işçi nüfusu sorununu da ortaya çıkarmış..Yeteri kadar iş gücü olmayan Fransa'nın bu dönemdeki en büyük ihtiyacı, özellikle üretim alanında çalışacak iş gücü imiş..Aynı dönemde, Fransa'nın Afrika'daki kolonileri (Fas, Cezayir ve Tunus) de bağımsızlıklarını kazanmış..Fakat bu ülkelerde henüz ekonomik bir kalkınma görülmediği için, işsizlik en büyük sorun haline gelmiş..Fransa'nın iş gücüne, Kuzey Afrika'lıların ise işe ihtiyacı olduğundan, 1960'lı yıllarda, Kuzey Afrika'dan Fransa'ya bir işçi göçü başlamış..
1973'deki Petrol Krizi ile birlikte ise, tüm gelişmiş ülkeler gibi, Fransa ekonomisi de bir kriz dönemi yaşamış..Ve bu kriz sonrasında, devlet göçmen yasalarını düzenleyerek, göç alımını durdurmuş..
Fransa'nın bu göç politikası değişikliği sonucu, hali hazırda Fransa'da çalışmakta olan göçmenler aileleri ile birlikte Fransa'ya kalıcı olarak yerleşmiş..Bu süreç sonucunda ortaya bir azınlık durumu çıkmış...Fransa ise bu sorunu, göçmen nüfusu topluma çeşitli politikalar ile entegre etmeye çalışarak çözmeye çalışmış…Fakat çözüm sanıldığı kadar kolay olmamış..Sonuç olarak ise, Paris ve Marsilya gibi büyük şehirlerde, şehrin merkezinde değil ama şehir etrafındaki bölgelerde azınlıklar toplu halde yaşamaya başlamış..
"Urban" diye adlandırılan bu bölgelerde yaşanan sorunun kendini en çok belli ettiği yer, Fransa'nın iki büyük metropolü, Paris ve Marsilya..

Marsilya Fransa'nın Akdeniz ve Afrika'ya açılan kapısı olduğundan ülkenin en önemli ticaret noktalarından ve dünyanın da en işlek limanlarından biri..Fakat bunun yanı sıra, Fransa'da nüfusun yüzde yirmi altısının açlık sınırında yaşadığı, Fransa'nın en fakir şehri olarak geçiyor…
Maddi sıkıntı yaşayan bu  göçmen nüfus, Marsilya'nın iç kesimleri olan, şehrin kuzey kısmında toplanmış durumda..Şehrin güney yani sahil kısmı ise her sahil şehri gibi hem turizm hem de ticaret sayesinde ülkenin en canlı bölgelerinden biri..

Urban bölgelerde sadece 2012 yılında, 15 kişi uyuşturucu ticareti sebebiyle hayatını kaybetmiş..Bu konu ilgimi çekince üzerine biraz da araştırma yapıyorum ve görüyorum ki, Marsilya(Nüfus:800.000) ile New York(Nüfus:8.000.000), iki şehir arasındaki nüfus farkının 1000 kat olmasına rağmen, bir yıl içinde uyuşturucu ticaretiyle hayatını kaybeden insan sayısı birbirine oldukça yakın..
Böyle anlattığıma bakmayın, gözünüz korkmasın sakın.Her şehir gibi Marsilya'nın da gelişmiş ve gelişmemiş bölgeleri var..Tek yapmanız gereken şehrin sahil kısmında konaklamak..

Ne derse desin Olivier seviyor bu şehri..Ve bende seviyorum.Marsilya'yı..Şehrin bu sakin, en azından sakin görünen hayatını seviyorum..
Sahil boyu bisikletiyle gezen ailelerini seviyorum..
Belki en çok merdivenlerini, Olivier'lerin evinden kornişe inen daracık sokaklarını..
Belki Istanbul'a benzerliğini, belki bana kendimi Ortaköy'de hissettirişini..
Seviyorum..
Ben tüm bunları düşünür, biz sessiz sessiz yolumuza devam ederken, Olivier "Kübra gel şimdi seni çok şirin bir yere götüreceğim..Bak.." diyor..
Bakıyorum..
Ve işte gördüğüm manzara..
Merakla takip ediyorum ben..O da anlatıyor biraz biraz..Şimdilerde Akdeniz'in ve Fransa'nin en önemli limanı olan Marsilya Milattan Önce 6. yüzyılda denizciler tarafından kurulmuş bir balıkçı kasabası..Jeopolitik konumu nedeni ile tarih boyunca hep önemini korumuş..Ve Marsilya'nın en büyük özelliği ise Avrupa'nın en eski şehri olması..
Nihayet tepeden gördüğümüz koya ulaşıyoruz..Koy dediğime bakmayın..Upuzun bir sahil yolunda küçücük bir girinti..
Minicik bir sokağa giriyoruz..Ve bu sokak beni hayatımda gördüğüm en sevimli manzaraya çıkarıyor..
Işte Marsilya'nin minicik balıkçı koyu..
Aylardır dinlediğim bu küçük balıkçı kasabasını seviyorum !
Balık kokuyor, deniz kokuyor, mis kokuyor bu koy..
Ve koyda bekleyen onlarca balıkçı sandalı..
Olivier devam ediyor..
Eski bir balıkçı kasabasıymış burası ve tam bu koy da balıkçıların uğrak noktası..
Bazen o konuşurken gözümü kapatmak istiyorum..Sadece dinlemek..Ne kadar konuşursa konuşsun, ne anlatırsa anlatsın, bu çocuk bana huzur veriyor..
Öyle başka bir duygu ki bu, sizi sizden daha fazla düşünen birinin olması, yanınızda olması..
Hiç söylememesi ama hep hissettirmesi..
Kilometrelerce uzağınızdayken, aranızda yollar, yıllar, bilinmeyen hikayeler ve sadece bir noktada kesişen, bir daha ne zaman kesişeceği belli olmayan iki yol varken..Öyle güzel ki şunu hissetmek..
Diyorum ya, bazen sadece gözümü kapatıp dinlemek istiyorum bir yıl boyunca her ihtiyacım olduğunda bana sesiyle sarılan bu çocuğu..

Çalan telefon bozuyor aramızdaki sessizliği..Sessizliği diyorum..Çünkü biz her ne kadar çok konuşsak da, kimi zaman da saatlerce susuyoruz..Kendi dünyalarımıza dalıyoruz sık sık..Ama bu sessizlik öyle güzel bir sessizlik ki, ikimiz de sormuyoruz birbirimize "Noldu? Neden konuşmuyorsun? Keyfin mi yok?" diye..Ortada hiç bir soru yok, konuşma yok..
Yan yana yürüyoruz, sessizce..
Kimi zaman bakışıp gülüşüyoruz birbirimizin iyi olduğunu görunce…
Arayan Olivier'in annesi..Öğle yemeğine bekliyorlar bizi..
Indiğimiz yokuşlardan, hızlı adımlarla çıkıyoruz şimdi de..Eve giriyoruz, ev kalabalık..Babası bir şampanya açmış çoktan, neyin şerefine bilmiyorum..Ama ben gülümseyen gözlerin şerefine içiyorum..Derken birer kadeh de şarap geliyor sofraya geçmeden önce..Olivier, her içtiğimde olduğu gibi, gözünü gözümden ayırmıyor çakır keyif olup olmadığımı anlamak için..İyi olduğumu görünce, keyifle yudumluyor içkisini, ailesinin yanında olmanın verdiği keyifle..
Bugün Paskalya olduğundan, dedesi de bizimle..Kocaman bir masa, kalabalık..
Fransızların sofra kültürüne tek kelime ile hayranım..Her ne kadar kahvaltıyı kruvasan, kızarmış ekmek, tereyağı, reçel ve kahve ile geçiştirseler bile, öğle ve aksam yemekleri günün en önemli kısmını oluşturuyor çoğu Fransız için..Hafta içi her ne kadar tüm aile bir arada öğle yemeği yiyemese bile, hafta sonları mutlaka ailecek öğle ve akşam yemeği yeniyor..
Çoğu zaman yemeği anne pişiriyor, baba içkiyi seçip servis ediyor..Ve evin çocukları da sofrayı kuruyor keyifle…Ve belki de bundan dolayı, ortaya keyifli bir sofra çıkıyor..Bu aile içindeki küçük rol paylaşımı öyle hoşuma gidiyor ki, hayranlıkla izliyorum..
Her şey hazır olunca önce ya bir salata ya da benim favorim olan Foei Gras geliyor sofraya..Foei Gras demişken, önceleri yemeyi reddetmeme rağmen, babası bu isin içinden biri olarak başlıyor anlatmaya Foei Gras'nın yapılışını..Foei Gras'ya karşı olan insanların karşı olmalarındaki en büyük neden, kazların ciğerini büyütmek için hayvalara çok yemek yedirilmesi..Evet ama bu ördek ve kazlar, göç mevsimlerinde göç etmek için yıl boyunca ciğerlerinde yağ depolamaya uygun bir biyolojik sisteme sahipler..Yani bu "fazla yeme ve yağ depolayıp ciğeri büyütme" olayı doğal..Doğal olmayan bir şey varsa, bu da; bu kilo alma sürecinin normalden daha kısa olması..Ama bu açıdan bakıldığında, aynı sorun sadece kazlar ve ördeklerde değil, besin olarak tüketilen tüm hayvanlarda var..
İkna olmuş bir şekilde devam ediyorum Foei Gras'ya..En sevdiğimden ve en sevdiğim gibi, reçelli..

Olivier ile bu yıl beraber yemek yaptığımız süre boyunca hep aynı şeyi söylemişimdir.."Olivier ben hayatımda böyle keyifle yemek yapan bir insan görmedim..Belli ki annesine çekmiş..Annesi keyifle ikram ediyor et ve Ratatouille'yi..Ve tabi ki sofranın vazgeçilmezi, kırmızı şarap..Tatlıdan önce ise benim en çok sevdiğim kısım: Peynir ve Şarap !
Anlayacağınız tam bir keyif sofrası..
Yemeğimizi bitiriyoruz ve güneşten istifade etmek için bahçeye çıkıyoruz hep birlikte..
Bu arada Olivier söylemeden geçemiyor:
"Kübra çok şanslısın, bir haftadır buradayım, güneş seni beklemiş herhalde..Hava şansına harika"
Her yemek sonrası olduğu gibi, birer kahve eşlik ediyor sohbetimize..Evet bahçe "bayan" dolu..Aramızdaki tek erkek Olivier..Annesi ile yarı Fransızca yari Ingilizce, Meksika'lı aile dostları ile ise yarı Ingilizce yari Ispanyolca konuşuyoruz..Dolayısıyla komik bir ortamdayız..Bu arada Meksika'lı misafirleri, bir şapka ve eşarp takıyor bana, bir de Olivier'e..
Ve benim çok sevimli buldugum bu fotoğraf çıkıyor ortaya..

Bahçede kahve keyfinin ardından, izin isteyerek kalkıyoruz..
Dun akşam Olivier'in söz verdiği gibi, Cassis'ye dogru yol alıyoruz..
Marsilya'dan yaklaşık yarim saat kadar gidiyoruz…Daracık bir yol gittiğimiz yol, bir şerit gidiş, bir şerit geliş..Dağların arasından geçiyoruz, arada deniz gözüküyor..Arada saklanıyor küçük çocuklar gibi..
Öyle güzel iste gittiğimiz yol…
Upuzun..
Bir yandan sonsuza gider gibi, bir yandan da her çıktığımız yokuşta sona erecek gibi..
Güneş pırıl pırıl..
Camı açıyoruz..Bir de çok meşhur yolculuk şarkılarımızı.
Ama bu yol boyunca susuyoruz sanki daha çok..
Ikimiz de manzaranın ve bizi bekleyen güzelliğin büyüsüne kapılmış gibi..
Rüzgarı hissediyoruz tenimizde..
Sadece yüzümüze çarpan rüzgarı..
Ve ben bu yol hiç bitmesin istiyorum..

"Evet geldik" diyor Olivier..Arabayı park ettiğimiz gibi sahile koşuyoruz..Bana daha yola çıkmadan anlattığı dondurmacı ilk durağımız..Dondurmayı görünce gözüm dönüyör tabi ki de..Dondurmalarımızı alıp sahile doğru yürüyoruz..Ve kabul etmeliyim ki Olivier dondurmanın lezzeti konusunda haklı(çoğu zaman olduğu gibi)..
Dondurma harika..Ama Bodrum Bitez dondurmasını geçemez hiç bir şey.."Sen bir gel beraber yiyeceğiz" diyorum..
Nihayet küçük balıkçı koyuna ulaşıyoruz..
Öyle güzel ki Cassis..

Ayaklarımızı salıyoruz denize doğru, oturup bu küçük kasabada sessizce dondurmamızı yiyoruz..Tam bu sırada dudaklarımdan dökülen tek bir cumle..
"Olivier, gerçekten benim bu sene içinde yaşadığım en güzel iki gündü bu iki gün, çok teşekkür ederim."
Bu huzur, bu sessizlik ve bu deniz beni alıp götürüyor..
Evet, burası Harikalar Diyarı..
Sanki zaman duruyor..
Ne geçmiş var, ne gelecek..
Burada, ben denize ayaklarımı uzatmışken, zaman durmuş, sadece bu an var..
Hiç unutamayacağım bir huzur ile..
Dondurmamız bitince Olivier karşıdaki tepeyi gösteriyor bana ve
"Su tepeyi görüyor musun, simdi oraya çıkacağız" diyor..
Ve gerçekten de çıkıyoruz..
Manzara tek kelime ile mükemmel..
Soluduğumuz fazla oksijenden olsa gerek, öyle bir huzur sarmış ki içimi. Mutlu olmak ne güzel….
Oksijeni ve mutluluğu içimize depolayarak, eve doğru yol alıyoruz..
Gün içinde bolca yürüdüğümüzden, yorgunuz..Akşama Olivier'in en yakin arkadaşına yemeğe davetliyiz..Ama öncesinde bir iki saat kadar bir boşluğumuz var..Ne yapsak derken, aklımıza şimdiye kadar izlemediğimiz cizgi filmlerden birini izlemek geliyor..şimdi sırada NEMO var..Çocukla çocuk olmak denir ya hani, iste iki çocuk olunca yan yana, sonuç bu oluyor..
Her ne kadar bitirememiş olsak da, Nemo'yu da izlemedim demem artık..
Ve aksam yemeği..
Olivier'in arkadaşları çok sıcak karşılıyor bizi..Ama sorun su ki, Ingilizce konuşmuyorlar..Yemek boyunca konuşulan konuyu anlasam da, haliyle her cümleyi yakalayamıyorum..Azıcık Fransızca konuşmama rağmen yine de geceye damgamı vuruyorum..
Olivier Paul'den peçete rica ediyor..Bunun uzerine ben de kafamda Ingilizce'den Fransızca'ya çevirdiğim garip bir deyişle "A moi.." diyorum..
Asıl söylemek istediğim şey "Bana da lütfen.." ama bunu kısaltınca, bir de Ingilizce'den Fransizca'ya çevirmeye çalışınca, bir de herkes susup sadece ben konuşunca cok komik bir an oluyor..
Ve tabi ki gülüyorlar, hemde çok..Ama bunun sebebi ise bu videoda gizli!

Gece böyle sona eriyor..Yarın dönüş zamanı..Hem ben, hem de Olivier için..
Segovia bizi bekler..
Kalbimin bambaşka bir köşesine yerleştirdiğim bu sıcacık şehre, bir gün geri dönecek olmanın hayali alıp götürüyor içimdeki veda buruklugunu….
Kapıyorum gözlerimi Marsilya'ya…
Teşekkürler Allah'ım…