22 Mart 2013 Cuma

Berlin I-II !



20 Mart 2013

“Yeniden Yollara Düşmek”
Aylar sonra, çantam hazır, ben hazırım..Bu sefer daha başka, hissettiğim hiçbir şeyden kaçmak için çıkmıyorum yola..Kendimden kaçmak için değil, kendimi bulmak için çıkıyorum..Bu sefer ölüm yok içimde, bu sefer yenilgiler yok, kaybetmek yok..Vazgeçmek var sadece, vazgeçmişlik var, pes etmişlik var..Evet, bu sefer kaçmalara yer yok bavulumda, sadece gitmeler var..
Elimde haritalar, rotam az çok belli, daha az spontane, daha çok planlı, aklım daha çok başımda bu sefer..Yanıma sevdiklerimden aldığım birer parça..Kendimi evsiz ve yalnız hissettiğimde beni mutlu edebilecek birkaç parça ve ben..

Hadi gidelim o zaman..
Madrid-Barajas hava alanı..İçimde her uçuş öncesi hissettiğim tedirginlik..
“Acaba çok mu ağır oldu bavulum? Ya almazlarsa? Ya geç kalırsam..İnşallah trübulansa da girmeyiz..Hava iyi ama bakalım..Bu uçaklar nasıl bu kadar ucuz ki? Acaba tek bir pilot mu var? Ya yedek pilot yoksa? İnşallah hava da iyidir..”
Evet, ben aklımdan tüm bunları geçirirken, uçağa binme zamanı geliyor..Uçağa bindiğim andaki şaşkınlık ise bambaşka..Ben RyanAir’ın PIH uçuşlarına alışmışım, EasyJet gayet kaliteli geliyor..En azından RyanAir gibi "uçan otobüs" izlenimi vermiyor..Artık uçma zamanı..Hadi bakalım kaptan pilotumuz..Sana güveniyorum..Bakıyorum rahat rahat uçuyoruz, başlıyorum yazmaya..Derken 2.30 saat geçiyor ve ben içimde hiçbir tedirginlik hissetmemiş olarak iniyorum uçaktan..Bir yandan da kızıyorum kendime “Sen niye bu zamana kadar EasyJet’le değil de PIH RyanAir’la uçtun?” diye..
Berlin karla kaplı, hava soğuk..Üşümem gerekirken üşümüyorum, belki içimdeki bu garip duygu üşümemi engelleyen..Kendi kendime mırıldanıyorum..
“Hayatımda ilk defa, çok sevdiğim koskoca bir hayatı geride bırakıyorum..”
Bir yandan da dilimde dönüp duran şarkı
“She is Gone”
Rüzgarla birlikte bekliyorum treni..Tren geliyor, ben biniyorum..Ağaçların arasından geçiyoruz hızlıca..Camdan dışarı baktığımda gözüme takılan bir film şeridi sanki..Gördüğüm ise ağaçlar, bulutlar, kar değil..Bizim hayatımız..Minik hayatımız..Mutlu olduğumuz o küçücük hayatımız..Her şey bir film şeridi gibi geçiyor gözümün önünden..O anda filmin sonu geliyor, tren duruyor..Ve artık biliyorum..Her film güzel sonla bitmez..
Kabullenmiş olarak iniyorum trenden..
Yüzüme vuruyor soğuk..Vazgeçmişliğin tokadı gibi çarpıyor yüzüme rüzgar, üşüyorum..İçimde yine Almanya’da olmanın verdiği o endişeli garip duygu..İkinci dünya savaşının kalıntıları arasında geçmişe dönecek olmanın verdiği tedirginlik kaplıyor içimi..
Puslu şehir Berlin, puslu, suskun..Soğuk ve gri..Soğuk savaştan nasibini almış gibi..Alexanderplatz’dayım..Hava öyle soğuk ki, şimdiden evimi özlüyorum..Sıcacıktır şimdi..
Sağa sola bakınıyorum belki bir Tourist Information Center bulurum diye ama yok.. Elinde patates kızartması olan bir çocuk çıkıyor karşıma..Saf saf patateslerini ketçaba batırarak keyifle yiyor sokak ortasında..Acelesi yok gibi..Yaklaşıyorum yavaşça yanına, anlıyor soru soracağımı..Kısık ve sakin bir sesle “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye soruyor İngilizce..Eline hostel rezervasyonumu tutuşturuyorum..Adrese bakıyor bilmiş bir tavırla, düşünüyor, düşünüyor ve düşünüyor..Sonunda beni de yanına alıyor, otobüs durağına gidiyoruz..En sonunda ise bana“I don’t know” diyor ama öyle saf öyle komik bir halde ki, utanıyor belli ki..Kibarca teşekkür edip, başka insanlara yöneliyorum..Herkes farklı bir yöne yönlendiriyor beni, bir süre sonra şamar oğlanı gibi bir sağa bir sola döndüğümü fark ediyorum..Öyle karışık bir şehir ki burası..
Bu arada hava gerçekten çok soğuk..Nasıl olsa güneye ineceğim sonrasında diye taşımak istemediğim çizmelerime gidiyor aklım..”Keşke giyseydim” diyorum içten içe..Ayağımda yün çorap ve Converse, yerlerde kar, ayaklarım sırılsıklam, evet kabul etmeliyim ki donuyorum..Yürümeye başlayalı 40 dakika oldu, hala ben insanlara yön soruyorum..Her biri başka bir şey söylüyor..Ve ben deli danalar gibi etrafta koşturuyorum..Bir yandan karlarda sürüklemeye çalıştığım çantam, bir yandan soğuk, bir yandan da bu şehrin boğuk havası..Oturup, ağlayıp evime dönmek istiyorum ama ne mümkün çıktık bir kez yola..Sabrımın son noktasındayken ben, önüme bir sokak çıkıyor ve tüm asabiyetimi alıp götürüyor..Ben iki yanı ağaçlarla kaplı, karlı bu sokaktan geçerken, bir an için Amerika’ya geri dönüyorum..
Hershey yolundaki Ozan’la o "en sevdiğimiz" sokağa..Her geçişimizde birbirimize gösterdiğimiz o sokağa ve anılara..
Nihayet bana birileri doğru yönü göstermiş olacak ki, kendimi hostelin karşısında buluyorum..Hostel bugüne kadar kaldıklarıma hiç mi hiç benzemiyor..En az 10 katlı, camekan bir bina..”Acaba doğru yerde miyim?” diye soruyorum kendime..Evet, doğru yerdeyim..Hostel One80..İçeri girip Check-In’imi yapıyorum..Beni bekleyen oda 6 kişilik, gayet şirin bir oda..Hemen koşup çoraplarımı değiştiriyorum, azıcık ısındıktan sonra resepsiyona uğrayıp bir harita alıyorum..Bir yandan da resepsiyondaki bayana nerelere gidebileceğimi soruyorum..Bu zamana kadar kaldığım yerlerde hep nazik bir şekilde yönlendirildiğim için ister istemez buradan da aynı tavrı bekliyorum..Fakat resepsiyonist, Alman soğukluğuyla bana “Harita bu, sizin kendi kitapçığınız olmalı” diyor suratını asarak..Ters bir şey söylememek için kendimi zor tutarak, yüzüne bile bakmadan kendimi dışarı atıyorum...Ve o anda fark ediyorum ki aslında ben 40 dakikalık o yolu boşuna yürümüşüm..Kaldığım yer Alexanderplatz’ın bir sokak arkasıymış..Kendimi ister istemez aptal yerine konmuş gibi hissediyorum..
Havanın soğuğu içime öyle işliyor ki, tek düşündüğüm şey “üşümemek” ve “sıcak bir yer” bulmak oluyor..Düşünüyor olmam gereken binlerce şey varken aklımdan geçen tek şey “üşümemek”..Başka hiçbir duygu yok içimde, ellerim ayaklarım gibi duygularımı da donduruyor soğuk..Ve işte o zaman Alman’ların neden bu kadar soğuk ve duygusuz insanlar olduklarını daha iyi anlıyorum..Hava öyle soğuk ve iç karartıcı ki, insanın yüzünün gülmesi için tek bir sebep yok bu şehirde..Yanımdan insanlar geçiyor, benim gibi donuk yüzleri, gözleri donuk, burunları kırmızı, yüzleri ölü beyazı insanlar..Ve bir anda bende onlardan biri oluveriyorum..Berlin içimi donduruyor, Berlin beni insanlardan da kendimden de uzaklaştırıyor..
Alexanderplatz’ın ortasına dikilmiş anlamsızca etrafıma bakınıyorum..
“Bu mu yani Berlin dedikleri?” diye söyleniyorum kendi kendime..Bir kaç kişiye Tourist Information soruyorum, bilmiyorlar, eski şehir merkezi neresi diye sorduğumda ise, cevapları net..”Burası” Burası dedikleri yer etrafında mağazalar olan, bir Televizyon&Radyo kulesi etrafına kurulmuş küçücük bir meydan..En iyisi kimseye sormamak diyerek, gördüğüm birkaç eski binayı gözüme kestirip, yürümeye başlıyorum..Soğuk öyle kuvvetli ki, ellerimi, ayak parmaklarımı, kulaklarımı hissetmiyorum..Bedenim soğukla boğuşurken, midemin de açlıktan büzüştüğünü hissediyorum ve kendimi ilk bulduğum yemek yiyebileceğim yere atıyorum..Sonradan fark ediyorum ki burası minik bir Çin Büfesi..Neyse en azından pilav yanına bir şeyler yiyebilirim diye avutuyorum kendimi, pilav yanına tavuk söylüyorum, ama tabi ki anneanneminki gibi değil..Çin usulü..
Yemeğimi yemeye başladığım anda kulağıma bir şarkı takılıyor
“…beni aşka inandıııııır”
Nasıl yani, bir yerlerde Türk radyosu çalıyor..Sesin geldiği yöne döndüğümde ise hemen yanımda bir Dönerci olduğunu görüyorum..Sonra “Tabi..” diyorum kendi kendime, Almanya’dayım ve bu çok normal..Yemeğimi bitirdiğim gibi koşup gidiyorum, belki ayranları vardır..Ayran..En çok hasretini çektiğim şeylerden biri sanırım..İçeri giriyorum “Merhaba” diyerek..Çalışanların yüzündeki şaşkınlık ifadesi görülmeye değer..Bu saç ve bu ten renginden dolayı olsa gerek, “Aaa Türk müsünüz siz?” diye soruyorlar..
“Evet, benzemiyorum biliyorum ama Türk’üm, ayranınız var mı?”
“Tabi”
Allah’ım yaşadım, Almanya’da olmanın en güzel tarafı ayran içmek sanırım..:)İçimdeki mutluluk yüzüme yansıyor olacak, Almanya’ya ayak bastığımdan beri ilk defa gülümsüyorum ve ayranı gerçekten tek dikişte bitiriyorum, nasıl özlemişsem :)
“Peki tatlınız?”
“Baklava isterseniz var”
O da soru mu, istemez miyim :)İçimde ayran ve baklavanın mutluluğu, kendimi atıyorum sokaklara..Burnuma harika bir HotDog kokusu geliyor..Karnım tok ama HotDog satan adam dikkatimi çekiyor, bir adam, önünde minik bir stant, üstünde bir şemsiye..Öyle orijinal ki..
Ve ilk günlük kısacık 
yürüyüşüm sonucunda keşfettiğim birkaç tarihi yapı..
Yapımına 1700'lü yıllarda başlanan, 1894 yılında dönemin kralı tarafından yıktırılıp tekrar inşa edilen, II. Dünya Savaşı döneminde ağır hasar gördüğü için 1975-1981 yılları arasında restore edilen Berlin Katedrali..Avrupa'da gördüğüm onca Katedral'den daha farklı bu Katedral..Şahit olduğu dönemlerden kalan bir hüzün saklı içinde, insanlık tarihinin "utanç çağı"na şahitlik ettiğinden belki de, bir gizem saklı..
Katedral'i anılarıyla başbaşa bırakıp, Berlin'in en eski kilisesi Saint Nicholas'a doğru yol alıyorum..Saint Nicholas karlar altında..1220-1230 yılları arasında Roma Katolik Kilisesi olarak inşa edilmiş kilise, II. Dünya Savaşı sırasında Berlin'in bombalanmasıyla birlikte çıkan yangında zarar görmüş..1981 yılında ise tamamen restore edilip, konser salonu ve müze olarak kullanılmaya başlanmış..
Soğuktan ve yorgunluktan olsa gerek,bugüne daha fazla devam edemeyeceğimi anladığım anda, kendimi hostele atıyorum..Tek isteğim derin bir uyku..Korkunç yorucu, uykusuz, proje stresi ile geçen koca bir haftanın ardından, erkenden kapıyorum gözlerimi Berlin’e..Hiç bir şey hissetmeden, düşünmeden, Berlin gibi donuk, kendimi derin bir uykunun kollarında buluyorum..
İyi geceler Berlin!
21 Mart 2013

Kalabalık odalarda erken uyanmamak neredeyse imkansız..Önce karşı yatağımdaki Koreli kız uyanıyor bir hışımla, ardından ranzanın alt katında yatan Arjantinli psikolog..Derken bende açıyorum gözlerimi Berlin’e..Koşup havanın durumuna bakıyorum yedinci kattaki odamın penceresinden ve karlı bir sabaha merhaba diyorum..
Duş, hazırlanma, toparlanma derken saat 10 oluyor..Koşup kahvaltıya iniyorum..Kahvaltı inanılmaz..Bir hostel için çok fazla..Bildiğimiz mini bir açık büfe..
Uzun süre yaşamayacağım bu kahvaltı lüksünün keyfini çıkarıyorum, bavulumu hostelde bırakıp, Berlin’i keşfetmeye çıkıyorum..Soğuk hava önce kulaklarımı donduruyor…Olmayacak böyle diyerek, hemen küçük bir tokacıya girip, kulaklarımı da kapayabileceğim bir saç bandı alıyorum..Daha sonra parmaklarım donuyor, ellerimi hareket ettiremediğimi hissettiğimde böyle yola devam edemem diyerek bir çift kırmızı eldiven alıyorum..
Ben yürümeye devam ediyorum, kar ise aralıksız bir şekilde inatla yağmayı sürdürüyor..En sonunda ayaklarımı da hissetmemeye başlayınca, şansıma karşıma çıkan bir ayakkabıcıdan da 10 Euro’ya kırmızı bir çift çizme alıyorum..Ve içimden geçiriyorum:
“Dünya varmış, Allah dışarıda üşüyenlere, evsizlere yardım etsin..”
İlk durağım Alexanderplatz’da bulacağımdan emin olduğum bir Tourist Information Center..İnsanlar bilmiyoruz demişlerdi ya hani, bilmiyorlar, çünkü gerçekten yok..Tourist Information’dan umudumu kesip, iş başa düştü deyip kendi başıma yol almaya karar veriyorum..
O sırada bir sokak sanatçısı çıkıyor karşıma..Avrupa’nın en çok da bu özelliğini seviyorum..Her köşe başında karşınıza çıkabilecek sokak sanatçıları farkında olmasalar da, her gün önlerinden geçip giden insanların hayatını renklendiriyorlar bu gri şehirde..
Ve aylar sonra baktığımda nasıl ki Viyana aklımda "viyolin çalan yaşlı kadın" ile kaldıysa, Berlin'i her hatırladığımda da bu an gelecek sanırım gözümün önüne..Benim için Berlin'i özel kılan, bu gri şehirde beni gülümseten koca bir müzik kutusu..
Alexanderplatz'dan ayrıldığım gibi kendimi karlar altında kalan Berlin Katedral'i önünde buluyorum..Yerler taze kar, en sevdiğimden..Tutamıyorum içimdeki çocuğu, koşa koşa karların içine dalıyorum..Bu sene doyasıya oynayamadığım karın tadını çıkarıyorum çocuklar gibi..Ve aklıma karda en çok eğlendiğim günlerden biri geliyor, Yıl 2010, Fenerbahçe Orduevi, en sevdiğim yer..Ne çok eğlenmiştik dimi o gün Ozan?:) 
 Ve Berlin'in Müze Adası olarak geçen, müzeler bölgesinden karlar altındaki Katedral..Vakit öğlen oluyor bir yandan da boğazım ağrıyor.."Portakal suyunu aksatmamalıyım, bir de bu soğukta hasta olursam işte o zaman yandım.." diye geçiriyorum içimden..Hasta olmaya direnerek,  kendimi portakal suyu içebileceğim bir kafeye atıyorum..Bir yandan da oturup küçük bir Berlin turu hazırlıyorum kendime..Berlin diğer şehirlere benzemiyor..Şehirde görülecek bir sürü yer olmasına rağmen hepsi ayrı bir uçta..Erinç "Berlin çok büyük.." derken haklıymış diye geçiriyorum içimden..
Rotamı belirlediğim gibi dışarı atıyorum kendimi..Ama bu şehirden umudumu kaybetmek üzereyim..Öyle belirsiz ki her şey, nereye nasıl gideceğim hakkında en ufak bir fikrim yok..O sırada gözüme Şehir Turu otobüslerini kestiriyorum..Bugüne kadar hiç kullanmamama rağmen, ilk defa ihtiyaç duyup atlıyorum otobüse..
Takıyorum kulağıma kulaklığı,şehri İspanyolca dinliyorum ki bir yandan da pratik yapayım..Otobüs tıngır mıngır ilerlerken bir de bakıyorum ki bir çok yerde resmini gördüğüm "Check-Point Charlie"
Check-Point Charlie, Soğuk Savaş döneminde Doğu ve Batı Berlin olarak ikiye ayrılmış şehrin sınır geçiş noktasıymış..28 senelik Doğu-Batı ayrımı süresince toplamda 5000'e yakın kişi geçebilmiş sınırı yasa dışı yollarla..Ve bu sınırda 180 kişi öldürülmüş,
kim bilir hangi sevda uğruna göze aldıkları bu "kaçış"ta..
1989'dan sonra ise Check-Point Charlie Soğuk Savaş dönem hatırası olarak turizme açılmış..
Şimdilerde, benim de içlerinde bulunduğum, turist gruplarının uğrak noktası olan bu nokta, 1961-1983 yılları arasında yaşayanların kimi için "Umut Kapısı" kimi için "Kavuşma Kapısı" kimi için "Sevda Kapısı" kimi için ise "Ölüm Kapısı" olmuş..
Check-Point Charlie'yi geride bırakıp, içime bu kapıda yarım kalan hikayelerin hüznünü hapsederek, yoluma devam ediyorum..Tam bu esnada Berlin'de karşılaştığım "en renkli yapı" çıkıyor karşıma..Ve işte Doğu Almanya'da 1957'de üretimine başlanan ve sosyalist yaşam tarzının bir simgesi haline gelen Trabant..:)
Uzun bir yürüyüşün ardından nihayet ulaştığım, "Berlin'de Merak Ettiklerim" listesinde başı çeken "Berlin Duvarı"ndan günümüze ulaşan kalıntılar..
Duvarın 1989'da yıkılıp, Doğu ve Batı Berlin'in birleşmesinden sonra, Alman sanatçılar savaşı, ayrımcılığı ve bölünmüşlüğü protesto etmek amacıyla boyamışlar duvar kalıntılarını..
1989 yılına kadar bölünmüşlüğü temsil eden duvar, şimdilerde özgürlüğü ve bütünlüğü temsil etmekte..
Duvarın bir nevi uzantısı da sayılabilecek olan "Brandenburg Kapısı" 1795 yılında inşa edilmiş..
II. Dünya Savaşı'ndan sonra şehrin 1961'de Berlin Duvarı ile ikiye ayrılmasıyla birlikte de Doğu Berlin'in en önemli sembollerinden biri haline gelmiş..Bana göre ise bu kapı, insanlığı bölen kapı..Şehrin utanç kapısı..
Savaşlar diyorum, keşke olmasa..Her savaşla birlikte insanlık daha da ölmüyor mu? İnsanlarla birlikte insanlığı da gömüyoruz toprağa..Alışıyoruz savaş haberleri almaya, bombalanan şehirlere, ölen çocuklara..Alışıyoruz ve sonunda :
"...'da patlama, ölü sayısı 100'e yükseldi, ölenlerin yarısının çocuk olduğu tahmin ediliyor.."
Duyarlı insanlar olarak bu haberi okuduğumuzda, önce yüzümüz asılıyor bir, belki içimiz cız ediyor ama daha sonra unutup gidiyoruz..Çok normal bir şeymiş gibi akşam yemeğinde konuşuyoruz belki aramızda:
"Aa, bu arada ....'da patlama olmuş, 100 kişi hayatını kaybetmiş"
Evet, artık bu haberler bizim "Bu arada.." ile başlayan cümlelerimize ekleniyor..
Biz unutuyoruz kolayca da, çocukları ölenler, o savaşta bacağını kaybedenler, patlamaya tanıklık edip gece gözünü bomba sesiyle açanlar, savaşta "can"ını kaybedenler, savaşla birlikte eksik kalanlar, işte onlar unutmuyor..
Asıl canı yananlar hayatlarına her ne kadar devam etmek zorunda kalsalar da, onlar unutmuyor..Biz "bu arada.."diyoruz ama onlar o eksik kalan "ara.."ları hiç bir zaman dolduramıyorlar..
İşte bu yüzden diyorum, savaşlar diyorum, hiç olmasa..
Ve işte İkinci Dünya Savaşı yıkıkları arasında kalan Brandenburg Kapısı..
Brandenburg Kapı'sından dümdüz ilerlediğimde kocaman bir bahçe çıkıyor önüme..
Etrafı camlarla çevrili..Camların üzerinde ise, özellikle Nazizm'in başlangıcından, Yahudi Katliam'ına giden süreç anlatılmış en açık haliyle..İnsanın kanını donduran bu süreci okurken bir yandan da içime dokunan bir müzik sesi..Karlar altında oturmuş bir teyze..Yaşlılıktan mı, soğuktan mı yoksa insanın içini ürperten bu insanlık ayıbından mı bilemiyorum, onun elleri titriyor, benim içim..
Sanki yaptığı müzik değil de, sanki sessiz bir hikaye anlatıyor, sanki şehrin bu hüzünlü halini anlatıyor bilmeden..
Ve işte bahçenin etrafındaki camda kısaca anlatılan Yahudi Katliamı:
***
Nazizm Adı Altında Hayatını Kaybedenler Anısına
1933
Yahudiler ve Çingene diye adlandırılan diğer milletler, Alman toplumunda ilk defa ayrımcılığa ve toplum dışına itilmeye başlamıştır.
1935
Almanya'nın bir çok bölgesinde Toplama Kampları kurulmaya başlanmıştır.Bu kampların temel amacı: Toplama, İzole Etme, Üretim ve Kısıtlama olarak belirlenmiştir. Berlin 1936 Olimpiyatlarının açılışının hemen öncesinde, Berlin'deki Marzahn kampında, daha sonra SS'i oluşturacak yüzlerce insan eğitimden geçmiştir.
1936
Nuremberg yasaların göre Alman hükumetinde Çingene tanımı şu şekilde yapılmıştır:
"Yahudilerin yanı sıra, Avrupa'da Alman ırkı dışındaki ırklar Çingenelerdir."
Çingene olarak adlandırılan milletlerin, evlenmeleri yasaklanmış, iş bulmaları engellenmiş, işi olanlar işlerinden atılmış ve Alman ordusundaki görevlerine son verilmiştir.Böylece Irkçı İdeoloji Alman yasasına girmiştir.
1938
Avrupa'nın çeşitli bölgelerinden, özellikle Almanya ve Avusturya'dan aralarında 12 yaş ve üzeri çocukların da bulunduğu 2000'in üzerinde vatandaş merkezi Berlin olan Nazi Polisi tarafından Toplama Kamplarına götürülmüştür. Aralık 1938'de SS lideri Himmler "Çingene Irkına" bir çözüm bulmak istediğini dile getirmiştir. 
1939
II.Dünya Savaş'ının başlamasıyla birlikte soykırımda başrol oynayan "Reich Main Security Office" Çingene-Yahudi nüfusunu belirleyip, ikinci bir emre kadar yer değiştirmelerini yasaklamıştır.
1940
Himmler'in emriyle birlikte, Almanya'dan Polonya'ya ilk Çingene-Yahudi aileleri taşınmaya başlamıştır.İlk emir şöyledir:
"İlk Çingene-Yahudi hareketi, Mayıs ortasında 2,500 kişi ile başlayacaktır."
Bu kamplarda yaş sınırlaması gözetmeksizin, insanlar ölümcül yaşam koşulları altında çalışmaya zorlanmıştır.Birçok bölgede, insanlar bileklerinde Z harfi ve Zigeuner(Almanca çingene) olduklarını belirten bir kimlik taşımak zorunda bırakılmıştır.
1941
Sistematik toplu katliamlar, özel bir tim-SS- tarafından gerçekleştirilmiştir. SS'in ilk yayınladığı raporun ana başlığı ise:
"Çingene sorunu çözüldü." olmuştur.
Almanya'dan Polonya'ya götürülen 5000 kişiden 600'u yolculuk süresince ölmüş/öldürülmüştür.Sağ kalanlar ise Ocak 1942'de özel gaz odalarında öldürülmüştür.
1943
Heinrich Himmler'in 16 Aralık 1942'de yayınladığı bildirime göre, 23,000 Çingene-Yahudi Almanya'dan Polonya-Auschwitz'e götürülüecektir.Auschwitz SS tarafından özel olarak kurulmuş bir "Çingene-Yahudi Kampı"dır. Kampa götürülen Yahudi'lerin çoğu bir kaç ay içinde hastalıktan, işkenceden veya ölümcül koşullar altında çalışarak hayatını kaybetmiştir. Sağ kalanlar ve özellikle çocuklar ise, doktor ve aynı zamanda SS üyesi Doktor Josef Mengele tarafından tıbbi deneylerde denek olarak kullanılmıştır.
1944
16 Mayıs 1944'e gelindiğinde Auschwitz'deki Yahudi kampında 6,500 kişi, ölümcül koşullarla savaşarak hayata tutunmaktadır.Bunların arasından yaklaşık 3,500 kişi diğer toplama kamplarına gönderilerek işçi olarak çalıştırılmış, geri kalan kısmı ise 2 Ağustos 1944'de gaz odalarında öldürülmüştür.
1945
Mayıs 1945'de savaşın sona ermesiyle, "Çingene" olarak kabul edilen yaklaşık 500,000 insan katledilmiş ve Nazist Ideolojinin kurbanı olmuştur.Toplamda bu ideoloji sebebiyle hayatını kaybeden insanların sayısı ise hiç bir zaman kesin olarak bilinemeyecektir.
***
Benim anlatırken içimi ürperten bu "insanlık ayıbı"nın gerçek olabileceğine inanamıyorum, inanmak istemiyorum belki de..Bunu ne aklım ne yüreğim ne de insanlığım kaldırıyor benim..Aklıma II. Dünya Savaşı sırasında bir baba ve çocuğun hikayesini anlatan ve bende derin izler bırakan o filmden sahneler geliyor..
İzlemediyseniz ve savaşa, bir babanın oğluna "Umut Aşılama Savaşı"na tanıklık etmek isterseniz, hayatımda izlediğim en etkileyici film olarak kesinlikle öneririm: "Hayat Güzeldir"
İzledikten sonra gerçekten anlayacaksınız, hayat güzel, hayatınız güzel..
Ve artık biliyorum Berlin niye bu kadar soğuk, niye bu kadar mutsuz..Berlin, dünya tarihindeki en vahşi kararların alındığı şehir..Berlin koca bir utancın merkezi olmuş, binlerce cana kıyan insanların şehri..Berlin insanları sadece damarlarında akan kan'a göre ayırmış bir şehir..Yarım kalmış sevdalar, yaşanamamış çocukluklar, alınamayan nefeslerin şehri Berlin..
Berlin hala o gaz odalarında son nefeslerini rahatça alamayan insanların çığlıklarını barındırıyor..Bundandır sessizliği..Berlin'inki ölüm sessizliği..
Çalınan çocuklukların şehri Berlin..Bundandır griliği, bundandır renksizliği..
Mutsuzlukların, lanetin, ayrımcılığın, kavuşmaların değil ama ayrılıkların şehri Berlin..Bundandır Güneş'in küsmüşlüğü, bundandır şehri kaplayan kara bulutların Berlin sevdası..
Berlin'in boynu eğik kalmış insanlığa..
Haklı da..
Berlin olmak kolay değil..
Berlin hakkında anlatabileceğim, yazabileceğim daha bir sürü şey varken, bazen kelimeler anlatmaya yetmez diyorum..Bazen şehri sadece koklamak gerekir..Ben Berlin'de ölümü kokladım, acımasızlığı kokladım..
Berlin'in sessizliği önünde saygıyla eğiliyorum..Ve susmayı tercih ediyorum..Çünkü biliyorum,
Ölümün soğuk sessizliğinde ben ne desem boş..

Berlin'den "Sessizlikler"...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder