27 Temmuz 2013 Cumartesi

Marsilya I. :)



30 Mart 2013

İçimde Nice'i bırakmanın hüznü, Olivier'den aylardır dinlediğim Marsilya'yı nihayet görebilecek olmanın mutluluğu ile Interrail'ın son durağı için biniyorum trene..Bir yandan, bir on günlük geziyi daha sağlıklı bir şekilde bitirmenin gururu, bir yandan da bir an önce trenden inmenin sabırsızlığı ile çıkıyorum yola..


Olivier Marsilya'dan Madrid'e bilet aldığımı, yani son durağımın Marsilya olacağını bildiğinden günler öncesinden "Tabi ki bizde kalacaksın" diye tutturuyor..
Kafasına bir şeyi koydu mu elde edeceğini bildiğimden ve benden daha inatçı olduğundan en sonunda "Tamam Olivier tamam kalacağım" diyorum..Sanırım ben bu çocuğun en çok bu huyunu seviyorum..ve en çok bu konuda benziyoruz sanırım..Aklına koyduğu şeyden asla vazgeçmiyor..Ve en güzeli de, tıpkı benim gibi istediği şeylerin peşinden koşması gerektiğini çok iyi biliyor..Ve bir kere yola çıktı mı, hiç bir güçlük karşısında boyun eğmiyor..Düşe kalka da olsa koşuyor..

Nice Marsilya arasında hayatımın en güzel manzarası geçip gidiyor önümden..Içim dopdolu ama içim bomboş..Ne yazmak istiyorum, ne okumak..Bomboş yolculuk yapmanın keyfine varmak istiyorum sadece..

Tren istasyonuna indiğimde içimde hafif bir tedirginlik: "Eyvah, Martin'i ya tanıyamazsam.." Olivier anne ve babasıyla birlikte Monako'da olduğundan kardeşini görevlendiriyor bana eşlik etmesi için..Her ne kadar "Ben küçük bir gezginim..Ben tek başıma nereleri dolaşmış, nereleri bulmuş insanım" diyorsam da dinletemiyorum..Ve Olivier son sözü söylüyor "Kübra Martin 16.30'da tren istasyonunda olacak"..Martin, üç erkekli evin en küçük oğlu..


Trenden indiğim gibi, sevdiklerini karşılamaya gelen insanların arasında Martin'i arıyor gözlerim..Bir gece önce Olivier ile konuşurken "O seni tanıyacak merak etme" dediğinden olsa gerek, çok merak ediyorum nasıl anlattığını beni Martin'e..Ama şu cümleyi kurduğundan eminim: "Zenci olmayıp da beline kadar zenci örgüsü olan birini görürsen o Kübra"..

Bir çocuk takılıyor gözüme, Olivier'den hafifçe kısa ama yüzü onunkini andıran..Yanına yaklaşıyorum usulca.."Are you.." dediğim gibi tanıyor beni ve cevap veriyor "Yes I am.." Aramızdaki bu garip diyolagdan olsa gerek, gülerek arabaya doğru yürüyoruz..Ve Olivierin bana aylar önce anlattığı o minik 16 yaşındaki kardeşinin minik iki kişilik elektrikli arabasına biniyoruz..Biniyoruz binmesine ama benim sakarlığım tutuyor her zamanki gibi..Bagaj kapısını kafamın üzerine düşürüyorum..İster istemez gülüşüyoruz..Olivier'in bana en çok söylediği şeylerden biri: "Just break everything Kübra"..Gerçekten öyle haklı ki bunu söylerken..Eminim Martin daha ilk dakikadaki sakarlığımı anlattığında hiç şaşırmayacaktır:) Martin öyle sıcak kanlı ki, hiç zor olmuyor konuşacak konu bulmak..Fransızca konuşma çabalarım sonucunda zaman kaybettiğimizi fark edip İspanyolcaya dönüyoruz..Dönüyoruz dönmesine ama o kadar kolay olmuyor tabi bir anda dil değiştirmek..Ve sonunda "Je voudrais parler" diye başlayıp "pero hablo ingles con el" diye bitirdiğim cümlelerim oluyor benim..Martin'in söylediklerime anlam veremeyen, şaşkın bakışlarını yakaladığımda anlıyorum Olivier'in deyimiyle "FranSpanish" konuştuğumu..

Martin Olivier'in aksine daha çabuk ısınıyor insanlara..
Olivier mi? Onun duvarları var kendine ördüğü, kolay değil yaklaşmak..Geçirdiğimiz dopdolu 9 ayın, kimi zaman haftanın dört günü beraber olmanın getirdiği yakınlık bizimki..Birbirini gerçekten iyi tanıyor olmanın, paylaşmanın, beraber geçirilen zamanın, birbirine güvenmenin yakınlığı..

Hayatımda geçirdiğim en yalnız ve en sıkıntılı dönemde, sıkıntıların içinde boğulmama izin vermeyip beni her şartta güldürebildiği için, ihtiyacım olsun olmasın "Olivier canım sıkıldı çok, bir şeyler mi yapsak?" dediğim anda kendimi dışarıda bulduğum için, hiç sıkılmadan başıma gelen tüm aksilikleri dinleyip bana anında çözüm önerileri sunduğu için, bana harika yemekler öğretip soframızı paylaştığı için, ev arkadaşı olmamamıza rağmen, "Mi casa es tu casa" mantığıyla evimizi paylaştığımız için, bana miniklerimin ve ailemin yokluğunu bir an olsun hissettirmediği için, her kustuğumda yanı başımda durup diş fırçamı uzattığı için, çıkaramadığım yağmur çizmelerimi her seferinde şikayet etmeden çıkardığı için, kustuğumda hiç gocunmadan kusmuğumu temizlediği için, "Aaa burası çok güzelmiş" dediğim anda hadi gidelim diyip arabaya atladığı için, hayatımda geçirmek üzere olduğum en yalnız ve mutsuz doğum günümde beni pasta kesmeye zorladığı için, en saçma saçmalıklarıma ayak uydurduğu için, sırf ben Galatasaray-Real Madrid UEFA maçına tek başıma gitmeyeyim diye futbolla alakası olmamasına rağmen benden daha büyük bir hevesle biletlerini aldığı, bu da yetmezmiş gibi bir de "Ben Galatasaray tarafında oturacağım" diye tutturup "Öldür Galatasaray" diye bağırdığı için, başıma gelen her yeni aksilikte bana sadece "Her şey düzelecek merak etme Kübra" dediği için, en çok ihtiyacım olduğunda bana sadece sıcacık sesiyle sarıldığı için, geçirdiğim en zor yılı hayatımın en güzel yılına çevirmeme yardım ettiği için Olivier'e harika bir yıl ve Segovia'ya ise harika bir dost borçluyum ben..

Ve ben adım gibi eminim ki; benden daha hızlı, benden daha çok spontane yasayan, benden daha gezgin, benden daha sorumluluk sahibi, benden daha yaşam dolu, benden daha enerjik, Bordeaux nehri kıyısında elindeki Türkçe kılavuzdan harika Türkçe aksanıyla "Kübra what does delikanlı means?" diyip sonrasında "Is Ahmet Bey delikanlı?" diyerek beni gülme krizine sokan, annesine Bella babasına Pepe diye seslenen, sinirlendiğinde Fransızca konuşmaya başlayan, bana şarabı sevdiren, 


"Just break everything Kübra!"
"Did you say something?"
-I am so excited!
-And can't you hide it?

"What can I do sometimes?" diyaloglarında bana sıkılmadan eşlik eden, Fransızca şarkılarını açıp keyifle yemek yaparken bir yandan da mutfakta emirler veren, eli elime çarptığında "Sorry" diye mahcup bir şekilde özür dileyen, gittiğimiz her yerde kendini benim iyi ve güvenli olmamdan sorumlu hissettiği için gittiğimiz hiç bir yerde gözünü üstümden ayırmayan, burada kendi kendime kurduğum hayatta kendimi güvende ve evimde hissetmemi sağlayan, şarabın iyisini kötüsünü öğreten, 9 ay boyunca yaşadığım en dolu ve en güzel hafta sonunu Marsilya'da yaşamamı sağlayan, denize aşık bu çocuğu çok özleyeceğim!

Gelelim Marsilya'ya..Martin ile minicik bir arada, trafiğe yakalanıyoruz..Küçücük bir arabada iki yabancı olmamız gerekirken tanıdık iki insan gibi koyu bir sohbete dalıyoruz..

Ve ben iki gün boyunca en çok kurduğum cümleyi ilk burada kuruyorum: "İstanbul'daymışım gibi hissediyorum!"
Tren istasyonundan eve gitmemiz trafikle bir saatimizi alıyor..Ama ne Martin şikayetçi, ne de ben şikayetçiyim..

Evin merkeze uzaklığını ve ulaşımın şehri bilmeyen biri için ne kadar zor olduğunu gördüğümde daha iyi anlıyorum Olivier'in neden "Martin gelecek onu tren istasyonunda bekleyeceksin" diye tutturduğunu..

Eve girdiğimizde bizi Charles karşılıyor..Charles Olivier'in ikizi ama "Hani ikiz olduğuna bin şahit gerekir" dedirtiyor insana ilk etapta..

Eşyalarımı eve bıraktığım gibi Martin bana nerelere gidebileceğimi anlatıyor bir nefeste..Anlatıyor anlatmasına ama benim aklım "Korniş"te..
Evden çıktığımda kendimi öyle iyi hissediyorum ki, ben bile şaşırıyorum..Sokaklar daracık, minicik evler, inilmesi ve çıkılması gereken onlarca yokuş, daracık merdivenler..
Ve sonunda ulaşacağımı bildiğim beni bekleyen DENİZ!
Yavaş yavaş anlıyorum neden böyle iyi hissettiğimi, ben bu daracık sokaklardan, bu dik merdivenlerden inerken aslında çocukluğuma iniyorum..Annemin, babamın, anneannemin, babaannemin, dedemin elinden tutup indiğim Ortaköy'e, deniz kenarına iniyorum aslında ben...


Sokaklar minicik, sokaklar daracık, gün batmak üzere..Gökyüzü kızıla boyanmış, dalgalar güneşle alay edercesine çarpıyor kıyıya, bir damla vuruyor yüzüme bir de her şeyden çok sevdiğim deniz kokusu, taptaze! Yeşili seviyorum, denizin yosunumsu yeşilliğini..Maviyi seviyorum, gökyüzünün sonsuzluğa uzanan mavisini..Ama en çok beyazı seviyorum..Saflığın, masumiyetin, çocukluğun beyazını..
...
Akşam oluyor, Olivier'in dönmüş olma umuduyla çıkıyorum yokuşları..Çocukken çıktığım gibi koşarak..

Nihayet evdeyim fakat evde sadece Charles var..Biz birbirimizi tanımak için koyu bir sohbete dalmışken kapı çalıyor..Koşa koşa iniyoruz merdivenleri..Tam sevdiğim gibi..

Kapıyı açıyoruz açmasına ama bir kalabalık kapıda..Olivier, annesi, babası ve iki bayan..Elleri poşetlerle dolu giriyorlar içeri..Annesi ve babasını Segovia'dan tanıdığımdan yabancılık çekmiyoruz hiç..Olivier ile ise 10 gündür görüşmüyor olduğumuzdan gerek, çenemiz düşüyor daha ilk saniyeden..Ben zaten konuşmayı severim ama bunu bir erkekte görmek öyle şaşırtıcı ki..

Eğer beraber yemek yaparken konuşmaya başladıysak yandık..Ben illa ona ters gelecek bir şey söylerim o ise beni ikna edene kadar konuşmaya devam eder..Bazen onu mutfakta tek başına bırakırım ki sussun, yok imkanı yok, söylene söylene pesimden gelir ama hiç pes etmez..

"Onu gidi yaaa.." efektini duyar gibiyim miniklerim :)
Olivier'in babası bizi çağırır çağırmaz Charles, Olivier ve ben sofrayı hazırlamaya başlıyoruz..Tabi ki sofrada kırmızı şarap, peynir ve salata..Tam Fransız'ız bu akşam :)

Bir yandan yemeğimizi yer bir yandan da hafta sonumuzu planlarken Olivier'in annesi çıkageliyor elinde iki mum, masaya mumları yakıp koymak istiyor..Normalde Segovia'da olsa mumsuz yemek yemememize rağmen, istemiyoruz bu gece..Daha doğrusu mumla bir alıp veremediğimiz yok da, yemek uzasın istemiyoruz..Tek derdimiz kendimizi dışarı atmak derken hızlıca bitiriyoruz yemeğimizi..Atlıyoruz arabaya Charles, ben, Olivier..Kendimizi Marsilya'nin diğer ucunda buluyoruz..Şehrin en uç noktasında, deniz kenarına çekiyoruz arabayı..Yıldızlar öyle yakın ki, elimi uzatsam tutabileceğim, biliyorum..

Deniz ayaklarımın dibinde, dalgalar öyle hırçın ki, içimdeki kızgınlığı da öfkeyi de silip süpürüyor tek nefeste, sadece anıları bırakarak geriye..
Ve rüzgar öyle kuvvetli ki, alsın beni kollarına, uçursun istiyorum..
Olivier'in sesi bozuyor sessizliği "Let's go" dediği gibi arabaya koşuyoruz..
Küçük Marsilya turumuzu bitirdiğimiz gibi eve atıyoruz kendimizi.. Olivier hemen bir film açıyor izleyelim diye..Ay film mi dedim, pardon çizgi film :) 
9 ayın her ayına bir çizgi film sığdırdık sanırım :) Kırmızı şarap içmenin verdiği büyümüşlük duygusu ile çizgi film izlemenin çocuksuluğunun harika kombinasyonu :)
Pocahontas, Rugrats, Southpark ve daha hatırlamadığım izlediğimiz bir sürü çizgi filmin yanına bir de Babe ekliyoruz..Ne zamandır tutturmuştu izleyelim diye, bana domuzları sevdirmeye çalıştığından olsa gerek :) Babe de neyin nesi diyorsanız, Babe bir çiftlikte doğan ve kendini köpek sanan bir domuz:)

Ve meraklılarına iste Fragmanı !
Filmin yarısında uyuyakalabileceğimizi fark edince devamını bir sonraki güne bırakıyoruz..Olivier'den aylardır dinlediğim Marsilya'da kapıyorum gözlerimi, huzurla, canlılıkla ve içimdeki bu enerji dolu Kübra ile..

Ve Marsilya'da açıyorum gözlerimi yepyeni bir güne..Güneş giriyor odaya, en sabah'ından..

Yataktan kalktığım gibi cam kenarına atıyorum kendimi, camı açıyorum, bir nefes "deniz" çekiyorum içime..

Mis gibi, bahar gibi, tazelik gibi..
Teşekkürler Marsilya!
Teşekkürler Olivier!!