5 Kasım 2013 Salı

Marsilya II. & Cassis :)


31 Mart 2013

Marsilya'da erkenden doğuyor güneş..Sanki bugünün harika bir gün olacağını bilir gibi erkenden uyandırıyor beni..Güneşle uyanmak, denizle uyanmak ne güzel..
Hemen koşup açıyorum pencereleri, içeriye girsin diye deniz kokusu..Ve işte tam sevdiğim gibi, içeride deniz kokusu, içeride bahar kokusu..
Öyle güzel başlıyor ki gün, bugün hiç bitmesin istiyorum..
"Hayat güzel" diye geçiriyorum içimden..
Aylardan Nisan olunca..Hele bir de ben Marsilya'da olunca..
Duşumu alır almaz aşağıya iniyorum koşar adımlarla..Olivier'in anne babası çoktan uyanmış..Babası benim uyandığımı görünce Olivier'i de uyandırıyor, ben her ne kadar uyandırmayın desem de..
Bir bakıyorum sofrada kocaman bir Paskalya Çöreği..Ev neşeli..
Evet bugün Paskalya..
Annesi heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor babasına..
Olivier yarı uyanık haliyle gülümseyerek giriyor içeri…Ve daha günaydın bile demeden önce bana dönüp:
"Kübra annem aynı senin gibi..Bir şey anlatacaksa eğer, illa ki o konunun geçmişine inecek..Hiç bir şekilde asıl anlatmak istediği şeyden başlayamıyor, siz kadınlar" diyor.
Gülüyorum..
Mısır gevreğimizi yerken oturup çizgi film izliyoruz her zamanki gibi..Derken hızlı bir kahvaltıdan sonra "Let's go.." diyerek koşuyoruz..
Ama gerçekten koşuyoruz..İkimiz de birbirimizden hiperaktif, ikimiz de birbirimizden tez canlı :)
Geç bile kaldık..Marsilya sokakları bizi bekler..
Ilk durağımız, Notre Dame de la Garde.

Ve iste bazilikanın bulunduğu tepeye çıkarken Marsilya ayaklarımızın altında..
Ben bulutların üstünde..
Evet, uçmak böyle bir şey olmalı..
Özgürlük bu olmalı..
...
Bazilika Marsilya'nın en yüksek noktasında bulunuyor..Deniz seviyesinden yaklaşık 150 metre yükseklikte bulunan Notre Dame de Garde, 12. yüzyılda inşa edilen bir kilisenin yıkıntılarının uzerine 1864'de kurulmuş..Ve Marsilya halkı, bazilikanın şehri koruduğuna inanıyor ki onu "Bonne Mère - Kutsal Anne" diye adlandırıyor..
Notre Dame de Garde hınca hınç dolu..Hem Pazar hem de Paskalya olduğundan olsa gerek, hem Marsilyalılar akın etmiş kiliseye hem de Paskalya tatilini Provence'da geçirmek isteyen onlarca turist..Katedralin önünde upuzun bir kuyruk..Her ne kadar içeri girmeye niyetli olsak da, Marsilya sokaklarında yapacağımız yürüyüşü katedralin içini görmeye tercih ediyoruz..
Olivier'in bana göstermek istediği çok şey var benim küçük diye adlandırdığım bu şehirde..Ne de olsa aylardır bu anı bekliyoruz..Bütün bir yılı, şarap, peynir ve nargile eşliğinde Marsilya ve Istanbul resimlerine bakıp, birbirimize çok sevdiğimiz bu şehirlerin hikayelerini anlatmakla geçirdikten sonra, aylardır Marsilya'yı Olivier'den dinleyen ben, işte nihayet buradayım..
Sözümü tutmuş olmanın verdiği rahatlıkla Olivier'e hatırlatıyorum "Sıra şimdi sende.."
Ve onu Istanbul'da görmek için gerçekten can atıyorum..
Beraber kornişe kadar iniyoruz..Onun bile bilmediği sokaklardan geçiyoruz kimi zaman..Mimarisini beğendiğimiz evleri birbirimize göstererek ilerliyoruz Marsilya'nin yokuşlu sokaklarında..
Arada Olivier bana modifiye arabaları göstererek "Kübra look at that, this is so PIH*." diyerek güldürüyor beni. Kimi zaman ciddi konulara girip kendimizi hararetli bir tartışmanın ortasında buluyoruz..Çoğu zaman hayattan, oradan, buradan konuşarak devam ediyoruz yolumuza..
Marsilya inanılmaz bir çeşitliliğe sahip..Daha doğrusu inanılmaz bir sosyal sınıf farkı var demek daha doğru olur..
Iki bambaşka dünyayı bir arada yaşıyor, yaşatıyor Marsilya..Diğer Avrupa şehirlerinin aksine, birer sokak arayla gecekondu tipi evleri ve villaları görebiliyorsunuz..Bir mahallede pencerelerden dışarı kurusun diye asılmış çamaşırlar, bir diğerinde evlerin önündeki lüks arabalar..
 Ve belki de ben bu karma ruhunu seviyorum en çok Marsilya'nın..Her ne kadar ben "En güzeli de farklı kültürlerden bu insanların bir arada mutlu yaşamayı öğrenmesi" desem de, Olivier aslında durumun hiç de göründüğü gibi olmadığını söyleyip başlıyor anlatmaya.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra Fransa'da gelişen teknoloji, beraberinde işçi nüfusu sorununu da ortaya çıkarmış..Yeteri kadar iş gücü olmayan Fransa'nın bu dönemdeki en büyük ihtiyacı, özellikle üretim alanında çalışacak iş gücü imiş..Aynı dönemde, Fransa'nın Afrika'daki kolonileri (Fas, Cezayir ve Tunus) de bağımsızlıklarını kazanmış..Fakat bu ülkelerde henüz ekonomik bir kalkınma görülmediği için, işsizlik en büyük sorun haline gelmiş..Fransa'nın iş gücüne, Kuzey Afrika'lıların ise işe ihtiyacı olduğundan, 1960'lı yıllarda, Kuzey Afrika'dan Fransa'ya bir işçi göçü başlamış..
1973'deki Petrol Krizi ile birlikte ise, tüm gelişmiş ülkeler gibi, Fransa ekonomisi de bir kriz dönemi yaşamış..Ve bu kriz sonrasında, devlet göçmen yasalarını düzenleyerek, göç alımını durdurmuş..
Fransa'nın bu göç politikası değişikliği sonucu, hali hazırda Fransa'da çalışmakta olan göçmenler aileleri ile birlikte Fransa'ya kalıcı olarak yerleşmiş..Bu süreç sonucunda ortaya bir azınlık durumu çıkmış...Fransa ise bu sorunu, göçmen nüfusu topluma çeşitli politikalar ile entegre etmeye çalışarak çözmeye çalışmış…Fakat çözüm sanıldığı kadar kolay olmamış..Sonuç olarak ise, Paris ve Marsilya gibi büyük şehirlerde, şehrin merkezinde değil ama şehir etrafındaki bölgelerde azınlıklar toplu halde yaşamaya başlamış..
"Urban" diye adlandırılan bu bölgelerde yaşanan sorunun kendini en çok belli ettiği yer, Fransa'nın iki büyük metropolü, Paris ve Marsilya..

Marsilya Fransa'nın Akdeniz ve Afrika'ya açılan kapısı olduğundan ülkenin en önemli ticaret noktalarından ve dünyanın da en işlek limanlarından biri..Fakat bunun yanı sıra, Fransa'da nüfusun yüzde yirmi altısının açlık sınırında yaşadığı, Fransa'nın en fakir şehri olarak geçiyor…
Maddi sıkıntı yaşayan bu  göçmen nüfus, Marsilya'nın iç kesimleri olan, şehrin kuzey kısmında toplanmış durumda..Şehrin güney yani sahil kısmı ise her sahil şehri gibi hem turizm hem de ticaret sayesinde ülkenin en canlı bölgelerinden biri..

Urban bölgelerde sadece 2012 yılında, 15 kişi uyuşturucu ticareti sebebiyle hayatını kaybetmiş..Bu konu ilgimi çekince üzerine biraz da araştırma yapıyorum ve görüyorum ki, Marsilya(Nüfus:800.000) ile New York(Nüfus:8.000.000), iki şehir arasındaki nüfus farkının 1000 kat olmasına rağmen, bir yıl içinde uyuşturucu ticaretiyle hayatını kaybeden insan sayısı birbirine oldukça yakın..
Böyle anlattığıma bakmayın, gözünüz korkmasın sakın.Her şehir gibi Marsilya'nın da gelişmiş ve gelişmemiş bölgeleri var..Tek yapmanız gereken şehrin sahil kısmında konaklamak..

Ne derse desin Olivier seviyor bu şehri..Ve bende seviyorum.Marsilya'yı..Şehrin bu sakin, en azından sakin görünen hayatını seviyorum..
Sahil boyu bisikletiyle gezen ailelerini seviyorum..
Belki en çok merdivenlerini, Olivier'lerin evinden kornişe inen daracık sokaklarını..
Belki Istanbul'a benzerliğini, belki bana kendimi Ortaköy'de hissettirişini..
Seviyorum..
Ben tüm bunları düşünür, biz sessiz sessiz yolumuza devam ederken, Olivier "Kübra gel şimdi seni çok şirin bir yere götüreceğim..Bak.." diyor..
Bakıyorum..
Ve işte gördüğüm manzara..
Merakla takip ediyorum ben..O da anlatıyor biraz biraz..Şimdilerde Akdeniz'in ve Fransa'nin en önemli limanı olan Marsilya Milattan Önce 6. yüzyılda denizciler tarafından kurulmuş bir balıkçı kasabası..Jeopolitik konumu nedeni ile tarih boyunca hep önemini korumuş..Ve Marsilya'nın en büyük özelliği ise Avrupa'nın en eski şehri olması..
Nihayet tepeden gördüğümüz koya ulaşıyoruz..Koy dediğime bakmayın..Upuzun bir sahil yolunda küçücük bir girinti..
Minicik bir sokağa giriyoruz..Ve bu sokak beni hayatımda gördüğüm en sevimli manzaraya çıkarıyor..
Işte Marsilya'nin minicik balıkçı koyu..
Aylardır dinlediğim bu küçük balıkçı kasabasını seviyorum !
Balık kokuyor, deniz kokuyor, mis kokuyor bu koy..
Ve koyda bekleyen onlarca balıkçı sandalı..
Olivier devam ediyor..
Eski bir balıkçı kasabasıymış burası ve tam bu koy da balıkçıların uğrak noktası..
Bazen o konuşurken gözümü kapatmak istiyorum..Sadece dinlemek..Ne kadar konuşursa konuşsun, ne anlatırsa anlatsın, bu çocuk bana huzur veriyor..
Öyle başka bir duygu ki bu, sizi sizden daha fazla düşünen birinin olması, yanınızda olması..
Hiç söylememesi ama hep hissettirmesi..
Kilometrelerce uzağınızdayken, aranızda yollar, yıllar, bilinmeyen hikayeler ve sadece bir noktada kesişen, bir daha ne zaman kesişeceği belli olmayan iki yol varken..Öyle güzel ki şunu hissetmek..
Diyorum ya, bazen sadece gözümü kapatıp dinlemek istiyorum bir yıl boyunca her ihtiyacım olduğunda bana sesiyle sarılan bu çocuğu..

Çalan telefon bozuyor aramızdaki sessizliği..Sessizliği diyorum..Çünkü biz her ne kadar çok konuşsak da, kimi zaman da saatlerce susuyoruz..Kendi dünyalarımıza dalıyoruz sık sık..Ama bu sessizlik öyle güzel bir sessizlik ki, ikimiz de sormuyoruz birbirimize "Noldu? Neden konuşmuyorsun? Keyfin mi yok?" diye..Ortada hiç bir soru yok, konuşma yok..
Yan yana yürüyoruz, sessizce..
Kimi zaman bakışıp gülüşüyoruz birbirimizin iyi olduğunu görunce…
Arayan Olivier'in annesi..Öğle yemeğine bekliyorlar bizi..
Indiğimiz yokuşlardan, hızlı adımlarla çıkıyoruz şimdi de..Eve giriyoruz, ev kalabalık..Babası bir şampanya açmış çoktan, neyin şerefine bilmiyorum..Ama ben gülümseyen gözlerin şerefine içiyorum..Derken birer kadeh de şarap geliyor sofraya geçmeden önce..Olivier, her içtiğimde olduğu gibi, gözünü gözümden ayırmıyor çakır keyif olup olmadığımı anlamak için..İyi olduğumu görünce, keyifle yudumluyor içkisini, ailesinin yanında olmanın verdiği keyifle..
Bugün Paskalya olduğundan, dedesi de bizimle..Kocaman bir masa, kalabalık..
Fransızların sofra kültürüne tek kelime ile hayranım..Her ne kadar kahvaltıyı kruvasan, kızarmış ekmek, tereyağı, reçel ve kahve ile geçiştirseler bile, öğle ve aksam yemekleri günün en önemli kısmını oluşturuyor çoğu Fransız için..Hafta içi her ne kadar tüm aile bir arada öğle yemeği yiyemese bile, hafta sonları mutlaka ailecek öğle ve akşam yemeği yeniyor..
Çoğu zaman yemeği anne pişiriyor, baba içkiyi seçip servis ediyor..Ve evin çocukları da sofrayı kuruyor keyifle…Ve belki de bundan dolayı, ortaya keyifli bir sofra çıkıyor..Bu aile içindeki küçük rol paylaşımı öyle hoşuma gidiyor ki, hayranlıkla izliyorum..
Her şey hazır olunca önce ya bir salata ya da benim favorim olan Foei Gras geliyor sofraya..Foei Gras demişken, önceleri yemeyi reddetmeme rağmen, babası bu isin içinden biri olarak başlıyor anlatmaya Foei Gras'nın yapılışını..Foei Gras'ya karşı olan insanların karşı olmalarındaki en büyük neden, kazların ciğerini büyütmek için hayvalara çok yemek yedirilmesi..Evet ama bu ördek ve kazlar, göç mevsimlerinde göç etmek için yıl boyunca ciğerlerinde yağ depolamaya uygun bir biyolojik sisteme sahipler..Yani bu "fazla yeme ve yağ depolayıp ciğeri büyütme" olayı doğal..Doğal olmayan bir şey varsa, bu da; bu kilo alma sürecinin normalden daha kısa olması..Ama bu açıdan bakıldığında, aynı sorun sadece kazlar ve ördeklerde değil, besin olarak tüketilen tüm hayvanlarda var..
İkna olmuş bir şekilde devam ediyorum Foei Gras'ya..En sevdiğimden ve en sevdiğim gibi, reçelli..

Olivier ile bu yıl beraber yemek yaptığımız süre boyunca hep aynı şeyi söylemişimdir.."Olivier ben hayatımda böyle keyifle yemek yapan bir insan görmedim..Belli ki annesine çekmiş..Annesi keyifle ikram ediyor et ve Ratatouille'yi..Ve tabi ki sofranın vazgeçilmezi, kırmızı şarap..Tatlıdan önce ise benim en çok sevdiğim kısım: Peynir ve Şarap !
Anlayacağınız tam bir keyif sofrası..
Yemeğimizi bitiriyoruz ve güneşten istifade etmek için bahçeye çıkıyoruz hep birlikte..
Bu arada Olivier söylemeden geçemiyor:
"Kübra çok şanslısın, bir haftadır buradayım, güneş seni beklemiş herhalde..Hava şansına harika"
Her yemek sonrası olduğu gibi, birer kahve eşlik ediyor sohbetimize..Evet bahçe "bayan" dolu..Aramızdaki tek erkek Olivier..Annesi ile yarı Fransızca yari Ingilizce, Meksika'lı aile dostları ile ise yarı Ingilizce yari Ispanyolca konuşuyoruz..Dolayısıyla komik bir ortamdayız..Bu arada Meksika'lı misafirleri, bir şapka ve eşarp takıyor bana, bir de Olivier'e..
Ve benim çok sevimli buldugum bu fotoğraf çıkıyor ortaya..

Bahçede kahve keyfinin ardından, izin isteyerek kalkıyoruz..
Dun akşam Olivier'in söz verdiği gibi, Cassis'ye dogru yol alıyoruz..
Marsilya'dan yaklaşık yarim saat kadar gidiyoruz…Daracık bir yol gittiğimiz yol, bir şerit gidiş, bir şerit geliş..Dağların arasından geçiyoruz, arada deniz gözüküyor..Arada saklanıyor küçük çocuklar gibi..
Öyle güzel iste gittiğimiz yol…
Upuzun..
Bir yandan sonsuza gider gibi, bir yandan da her çıktığımız yokuşta sona erecek gibi..
Güneş pırıl pırıl..
Camı açıyoruz..Bir de çok meşhur yolculuk şarkılarımızı.
Ama bu yol boyunca susuyoruz sanki daha çok..
Ikimiz de manzaranın ve bizi bekleyen güzelliğin büyüsüne kapılmış gibi..
Rüzgarı hissediyoruz tenimizde..
Sadece yüzümüze çarpan rüzgarı..
Ve ben bu yol hiç bitmesin istiyorum..

"Evet geldik" diyor Olivier..Arabayı park ettiğimiz gibi sahile koşuyoruz..Bana daha yola çıkmadan anlattığı dondurmacı ilk durağımız..Dondurmayı görünce gözüm dönüyör tabi ki de..Dondurmalarımızı alıp sahile doğru yürüyoruz..Ve kabul etmeliyim ki Olivier dondurmanın lezzeti konusunda haklı(çoğu zaman olduğu gibi)..
Dondurma harika..Ama Bodrum Bitez dondurmasını geçemez hiç bir şey.."Sen bir gel beraber yiyeceğiz" diyorum..
Nihayet küçük balıkçı koyuna ulaşıyoruz..
Öyle güzel ki Cassis..

Ayaklarımızı salıyoruz denize doğru, oturup bu küçük kasabada sessizce dondurmamızı yiyoruz..Tam bu sırada dudaklarımdan dökülen tek bir cumle..
"Olivier, gerçekten benim bu sene içinde yaşadığım en güzel iki gündü bu iki gün, çok teşekkür ederim."
Bu huzur, bu sessizlik ve bu deniz beni alıp götürüyor..
Evet, burası Harikalar Diyarı..
Sanki zaman duruyor..
Ne geçmiş var, ne gelecek..
Burada, ben denize ayaklarımı uzatmışken, zaman durmuş, sadece bu an var..
Hiç unutamayacağım bir huzur ile..
Dondurmamız bitince Olivier karşıdaki tepeyi gösteriyor bana ve
"Su tepeyi görüyor musun, simdi oraya çıkacağız" diyor..
Ve gerçekten de çıkıyoruz..
Manzara tek kelime ile mükemmel..
Soluduğumuz fazla oksijenden olsa gerek, öyle bir huzur sarmış ki içimi. Mutlu olmak ne güzel….
Oksijeni ve mutluluğu içimize depolayarak, eve doğru yol alıyoruz..
Gün içinde bolca yürüdüğümüzden, yorgunuz..Akşama Olivier'in en yakin arkadaşına yemeğe davetliyiz..Ama öncesinde bir iki saat kadar bir boşluğumuz var..Ne yapsak derken, aklımıza şimdiye kadar izlemediğimiz cizgi filmlerden birini izlemek geliyor..şimdi sırada NEMO var..Çocukla çocuk olmak denir ya hani, iste iki çocuk olunca yan yana, sonuç bu oluyor..
Her ne kadar bitirememiş olsak da, Nemo'yu da izlemedim demem artık..
Ve aksam yemeği..
Olivier'in arkadaşları çok sıcak karşılıyor bizi..Ama sorun su ki, Ingilizce konuşmuyorlar..Yemek boyunca konuşulan konuyu anlasam da, haliyle her cümleyi yakalayamıyorum..Azıcık Fransızca konuşmama rağmen yine de geceye damgamı vuruyorum..
Olivier Paul'den peçete rica ediyor..Bunun uzerine ben de kafamda Ingilizce'den Fransızca'ya çevirdiğim garip bir deyişle "A moi.." diyorum..
Asıl söylemek istediğim şey "Bana da lütfen.." ama bunu kısaltınca, bir de Ingilizce'den Fransizca'ya çevirmeye çalışınca, bir de herkes susup sadece ben konuşunca cok komik bir an oluyor..
Ve tabi ki gülüyorlar, hemde çok..Ama bunun sebebi ise bu videoda gizli!

Gece böyle sona eriyor..Yarın dönüş zamanı..Hem ben, hem de Olivier için..
Segovia bizi bekler..
Kalbimin bambaşka bir köşesine yerleştirdiğim bu sıcacık şehre, bir gün geri dönecek olmanın hayali alıp götürüyor içimdeki veda buruklugunu….
Kapıyorum gözlerimi Marsilya'ya…
Teşekkürler Allah'ım…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder